Felsefe ve Sosyolojinin Omuzlarında Yükselen İdeal Toplum Ütopyası – Aslı KAPROL

Estimated read time 7 min read
Görüntüleme: 199
0 0
Okunma Süresi4 Dakika, 38 Saniye

Demokrasi bireyi merkeze alır. Demokratik toplumlarda bireyin varlığı, halkın yönetime katılımı, çoğulculuk, örgütlenme, düşünme özgürlüğü vazgeçilmez kavramlardır. Demokrasinin arketipi olarak Antik Yunan alınsa da o dönemdeki demokrasi anlayışı günümüzdeki anlamından antidemokratik olarak yaftalanacak derecede farklıydı. Kavram olarak çoğunluğun oylarıyla alınan karar olarak adlandırılan Antik Yunan demokrasisinde çoğunluk sadece imtiyazlı sınıflardan oluşuyordu. Yüzyıllar boyunca Aristokratlar ve yandaşları halkı kamusal tartışma ve kamu hizmeti için gereken eğitimi alamayacak kadar fakir; demagoglar tarafından, iktidar sözü verilerek, kolaylıkla kandırılan, cahil ve kindar kitleler olarak gördüler. Her ne kadar 1648’ deki burjuva devrimine kadar kalıcı etkiler yaratamasa da, İngiltere’de, kral ile dönemin ekonomik sınıfını oluşturan feodal lortlar arasında gerçekleştirilen 1215 tarihli Magna Carta sözleşmesi ile kralın yetkileri kısıtlanıp, bu yetkilerin bir kısmı halkın temsil mekanizmasını oluşturan parlamentoya bırakılmıştır. 1648’ deki devrimle gelen cumhuriyet kısa sürse de, Amerikan ve Fransız devrimlerine zemin hazırlamıştır.

Çağdaş demokratik bir toplumda demokrasinin temel kurumları olarak başta düzenli seçimler, yasama organları, halkın oy verdiği yürütme üyeleri, meclis gibi kurumlar, eşit oy hakkı, siyasal görevlere erişme, bütün siyasal katılım biçimlerinde yer alma hakkı, düşünce, örgütlenme, basın, ibadet, inanç özgürlüğü, yasalar önünde eşitlik, bağımsız yargının varlığı yer almaktadır.

Halk, birbirinden farklı beklenti, ihtiyaç, kısaca güdü sahibi bireylerden oluşan bir kitle olduğu için aralarında uzlaşma imkansızdır. Demokratik yönetimler bu sorunu çoğunluğa bakarak çözmüştür. Halk tarafından yönetim, bütün adına konuşma hakkına sahip olduğunu iddia eden çoğunluğun yönetimi anlamına gelir. Monarşi, oligarşi, komünizm gibi birçok yönetim şekli tecrübesi sonucunda, çağımızda eşitlikçi anlayışla egemen olan demokrasinin gölgesi olarak hep tartışılan; tüm artı değerlerinin yanı sıra, demokrasi karşıtı görüşlerin hararetle savundukları bir husus vardır; o da çoğulculuğun tehlikeli yerlere gidebileceği düşüncesidir. Demokrasinin karşısına bir antitez olarak çıkarılıp, demokrasi üzerinde her daim Damokles kılıcı gibi sallandırılmaktadır. Demokrasinin dayanağı olarak toplumsal bağı kuran şeyin bu birbirinden ayrı çıkarlar arasındaki ortaklık olduğu, bütün çıkarların anlaştığı bazı ortak noktalar olmasaydı hiçbir toplum var olamazdı savı savunulsa da, acaba en adil ve insani yönetim biçimi olarak kabul gören demokrasi dışında bir başka yönetim şekli her bireyi kucaklamada daha başarılı olabilir miydi sorusu tartışmaların odağındadır? Bu yönetim şekli nasıl olmalıydı? Ütopyaların anavatanı işte hep bu sorular olmuştur.

İnsanlık olarak neden ideal topluma ulaşamıyoruz sorusunu nedensellik kavramı eşliğinde ele alırsak, tarihin tüm düşünürleri de bu konuda pozitivizm destekli ispatlı kanıtlar sunmayı başaramamıştır. Bacon ‘’Nesnelerin özelliklerini sırala hakikat tecelli edecektir.’’ görüşünü öne sürerek gözlemin önemine dikkat çekerken, Descartes ‘’Hiçbir şey garanti değildir. Her şeyden şüphe ediyorum. Ben varsam beni yaratan vardır. Beni yaratanın bana verdiği bir akıl vardır. Ben bunu iyi kullanırsam gerçeği bulurum.’’ düşüncesini ilke edinir. Ancak ne gözlem ne de saf düşünce gerçeği verir ve hep başlanılan noktaya dönülür. Aydınlanma çağının, kainatın tüm kurallarını açıklayan bir başka ileri görüşlü ismi Newton ortaya çıkar. Bu sarsılmaz kurallar Kant’ı rahatsız etmiştir ve kuşkulu itirazlarını şöyle dile getirir’’ David Hume, bize, sırf gözlem yaparak ve düşünerek gerçeği bulmanın mümkün olmadığını söyler. Newton bunu nasıl yaptı? Elmanın düşüşü için bir formül hesap ediyorsunuz, aynı formülü Jüpiter’in dönüşü için kullanıyorsunuz, çalışıyor. Bu nasıl olur?’’ Yetinmez, Saf Aklın Eleştirisi adında kitap yazar. Aristoteles’in fikirlerine geri dönmek zorunda kalarak bizim içten gelen bilgilerimiz olduğunu savunsa da, yine de problemi, ayakları yere basan nedenlerle çözemez. Ancak bu kez Einstein ortaya çıkar ve ‘’Newton’ın yaptığı gerçeğe çok iyi bir yakınlaşma ama yanlış.’’ diyerek Newton’ın yanıldığını gözler önüne serer. Ama bu da gerçeğin evrekası değildir. Hala hedefe ulaşılmamıştır. Einstein, atom altı yapıları izah edemediği için kendi formüllerinin de yanlış, ama daha iyi bir yakınlaşma olduğunu söyler. Karl Popper de ‘’Bilim yalan söyleyerek yapılır. Hiçbir şey bilmeden bir varsayım ortaya atacaksınız ama o öyle bir varsayım olacak ki gözlemle kontrol edilebilecek. Gözlemle kontrol edemediğiniz şey bilim değildir. Bilimde de nihai gerçeği buldum diyemezsiniz.’’ görüşünü öne sürer. Çünkü nihai gerçeği bulmak için evrenin her tarafını gözlemlemek gereklidir. Bu da imkansızdır. Yapılacak en iyi şey hipotezleri, varsayımları icat etmektir ama bu yalanlarımız sürekli kontrol edilmelidir. Peki bu kontrol etme işinde nasıl bir mantık izlemeliyiz? Hegel tarafından ortaya atılan ve Marks tarafından geliştirilen tez-antitez- sentez süreci kesinlikle mantığa aykırıdır. Ne yazık ki Marks koca ideolojisini bu yanlış mantığa yaslamıştır. Birbiriyle çelişen ifadelerden aklı başında bir ifade elde edemezsiniz. Her ne kadar mantığın ikircikli arka sokaklarına yönlendirilerek savunma yapılma yolları aransa da,  ‘Bugün yağmur yağıyor ve bugün yağmur yağmıyor’ önermelerinin sentezi olamaz. Tarihselciliğe ve materyalizme dayandırsa da, ideolojisini Marks’ın Hegel’den devraldığı bu anlayış, kadim inançlardan çok da farklı değildir. Dayanağı pozitivizmden çok izafi yorumlara açıktır. Bu, içinde çelişki barındıran dinlerin, hem de Karl Marks’ın diyalektiğinin gerçek evrenin herhangi bir cephesini tanımlamakta kullanılamayacağını gösterir. Bilimde çelişki olamaz. Gazali nedenselliği açıklayamadığımızı öne sürer. Pamukla ateş ilişkisiyle örneklendirir. Nedenselliği açıklayamadığımıza göre bir neden olmalı diyerek Tanrıya ulaşır. Britanyalı empirist filozof David Hume ise nedenselliği deneyimlere yüklediğimiz anlamlarda arar. Olağan kabul edilenlerden yola çıkarak oluşturduğumuz beklentilerimizi gerçek kabul etmemizin, onların gerçek olmasının kanıtı olamayacağını öne sürer. Rus yazar Dostoyevski ‘Hepimiz Gogol un paltosundan çıktık’ derken yeni bir anlayışın kaynağına işaret etmekteydi. Bu görüşü Descartes ve demokrasi ile de harmanlamak mümkün olabilir. Descartes’in, insanda beni merkeze alarak ‘’Düşünüyorum, o halde varım’’ dediği gün, sadece modern felsefenin başlangıcının değil, çağdaş demokrasinin de ayak sesleri duyuldu.

Peki gerçek neydi?

Atom altı parçacıkların önceden belirlenemez davranışlarına; Newton’ın mekanik bilimine takla attıran İzafiyet Teorisi ve Genel Görelilik Kuramı gibi bilimsel devrimlerine rağmen Einstein ‘’Tanrı zar atmaz’’ diyerek kaos varsayımına eleştirisini getirir. Evrenin rastgele olayların sonucunda meydana gelen oluşumlardan değil, düzenli bir işleyişe sahip olduğunu düşünmeyi akla yakın bulur.

Belki de çare Leibniz’ in ‘’Bu dünya mümkün dünyalar arasında en iyisidir.’’ görüşüne sarılmaktır.  Salgınlar, savaşlar, önlenemez doğa tahribatları, insan hakları ihlalleriyle çevrili de olsa, bu dünya elimizde olan tek dünya.

İşte kanıtlanabilir tek gerçek bu.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %

Bunları mutlaka okumalısın

Yazarın diğer yazıları

Average Rating

5 Star
0%
4 Star
0%
3 Star
0%
2 Star
0%
1 Star
0%

Bir cevap yazın