Din ile bilim arasında sınır çizme çabası, ilk dini / felsefi faaliyetlere, özellikle Yunan düşüncesi ve sonrasına dek izlenebilir. Klasik Çağ Müslümanlarının da benzeri bir sorunla karşılaşmış olduklarını görmekteyiz. Yunan Bilimi ve Felsefesinin mirası karşısında Müslümanlar, bilime belli bir yorum getirip onu Din (ed-din) kapsamındaki yeni bilgi hiyerarşisine yerleştirmeye çalışmışlardı. Bu çaba en açık ifadesini ‘’akli ilimler- nakli ilimler’’ ayrımında bulmaktaydı. Nakli İlimler (el-‘ulumu’n-nakliyye) İslam Vahyinin ışığında geliştirilmiş ‘geleneksel’ ilimler iken, Akli İlimler (el-ulumu’l-‘akliyye) dinin kaynaklarından türetilmeyen lakin genel olarak prensiplerini oradan devşiren ama gözlem, tefekkür, deney, araştırma vb. tekniklerle elde edilen bilgileri bünyesinde barındırırdı.
Tarih denildikçe daima ve ilk önce akla siyasi tarih gelmektedir ve bu konu genellikle krallar, padişahlar ve kahramanlarla sınırlanmıştır. Bu nedenle de insanın diğer önemli ya da önemsiz etkinlikleri göz ardı edilmektedir. İslam Medeniyeti, başlangıcından günümüze kadar olan zaman ilimi içerisinde bilhassa bilgi alanında ilerleme kat etmiştir. İslam Medeniyetinin yükselişi; ilerleme, öğrenme, uyum sağlama ve gelişim yeteneği sayesinde gerçekleşmiştir. Geleneksel Ulema, bilgi sorununa anlamlı ve işlevsel bir tasnif ışığında bilim ile dinin teorik sınırlarını belirlemeye çalışmıştı. Bu daha çok yatay, yani alan’a göre yapılmış bir tasnifti. Müslümanlar bir de dikey, yani hiyerarşik bir bilgi tasnifi yapmışlardır. Alt düzeyden somut bilgilerle başlayan bu hiyerarşinin basamakları, daha soyut ve kapsamlı ama edinilmesi aynı zamanda kişinin varlığını dönüştürmesine bağlı olan metafizik bilgiye doğru yükselmekteydi.
Gerçek bilgi, metodik çabalarla elde edilen, adeta zihni zorlayarak, kamçılayarak ‘tutsak alınan’ türden bir şey değildir. Gerçek anlamda bilgi (ki bu düzeyde ‘hikmet’ ile eş anlamlıdır) bilgi konusu ile bilgiye sahip olan kişinin birleşmesini, onunla yek vücut olmasını gerekli kılar. Bu birlik, zannedildiği gibi öznenin bilgi konusuna abanmasıyla elde edilmez. İnsanın bu gerçek bilgiye ulaşmak için yapacağı tek şey, kabını boşaltması, yani nefsini arındırmasıdır. İslam Medeniyetini kuranlar, İslam medeniyetinin ana taşlarını oluşturan mütefekkirler; ‘’İlim yani bilgi, akıl, erdem, gelişme düşüncesi, devlet olgusu, insan ve toplum ihtiyaçları’’ sacayakları üzerinde İslam medeniyetini yükseltmişlerdir. İslam Medeniyetinin doğuş evresi hakkında Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun şu sözlerinden alıntı yapacak olursak: ‘’Her çocuğun idrak geliştirmesinde ilk fark ettiği şeylerden biri mekan algılamasıdır. Nerede durduğu, bulunduğuyla ilgili… İkincisi de zaman algılamasıdır.’’
Bunun yanında mütefekkirlerimiz medeniyetimizin idrak geliştirme aşamasında kendi kendilerine çok önemli bir soru sormuşlardır ki bu soruyu yüzyıllar sonra ‘’Denemeler’’in yazarı Montaigne kendine sormuştur: Fransız deneme yazarı Michel de Montaigne otuz sekizinci yaş günü olan 28 şubat 1571’de, hayatında kökten bir değişime gitme kararı aldı. Toplumsal hayattan elini eteğini çekti, büyük malikanesinin arkasındaki kuleye bin kitaplık bir kütüphane kurdu ve yaşamının geri kalanını onu en çok ilgilendiren karmaşık, uçucu ve çok yönlü konu hakkında denemeler yazarak geçirdi. Bu konu kendisi idi. Vardığı sonuç, insanın kendini bilme arayışının abesle iştigalden öte bir şey olmadığıydı; çünkü sürekli değişim geçiren öz benlik, tanımın önüne geçmeye mahkumdu. Ama bu, onu yine de aramaktan alıkoymadı. Sorduğu soru ise yüzyıllar boyunca kulaklarda çınladı: Que sais-je ? (Ne Biliyorum?) Bu, o zamanlarda olduğu kadar, günümüzde de iyi bir sorudur. İçsel evrenle ilgili gözlemlerimiz, kendimizi bilmek konusunda varmış olduğumuz o ilk yalın ve sezgisel görüşlerden kurtarır bizi. Görürüz ki; kendimizi tanımak, içeriden olduğu kadar dışarıdan da çalışmayı gerektirir.
Montaigne’nin ‘’Ne Biliyorum?’’ sorusunu aslında İslam Medeniyetinin kuruluşu sırasında İslam Mütefekkirleri kendilerine sormuşlardır. İlk Abbasi yönetiminin hükümran olduğu 8.yüzyılın ikinci yarısında belirgin bir İslam Uygarlığı biçimlenmeye başladı. Müslümanların yaptığı ilk iş, kendinden önce insanlığın bildiği her şeyi öğrenmek oldu; Yunanlıların, İranlıların ve Çinlilerin kitaplarını topladılar. 50 yıllık bu ilk safhanın ardında, kadim kültür ve medeniyetlerin gözlemlerini düzeltip yeni bilim alanlarının oluşturulduğu bin yıllık döneme girildi. Bu önemli süreçte Müslümanlar, kendilerinin diğer kültürlerce tamamen özümlenmelerine yol açacak iki büyük tuzaktan uzak durdular. İlk olarak, İslami ilkelerin çizdiği yoldan çıkmadılar. Olgular üzerinde yoğunlaşıp varsayımlara pek önem vermediler; tıp, matematik, astronomi ve coğrafyaya ilişkin eserleri topladılar, buna karşılık büyü ve mitolojiyi bir yana bıraktılar. İkinci olarak, Müslümanlar evrensel dil olarak Arapçada ısrar ettiler. O zamana kadar gelmiş geçmiş tüm bilgileri Arapçaya çevirdiler ve dünyadaki bütün halklar arasında güçlü, etkili ve geçerli bir bilimsel iletişim aracı olarak bu dili geliştirdiler. Bu dönemde İslam dünyasının tüm büyük şehirlerinde fışkıran Üniversiteler ve araştırma laboratuvarları Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayıldı.
Kur’an’da ki ‘ilm kavramı (ki genellikle ‘bilgi’ olarak çevrilir) aslen İslam medeniyetinin ana çehresini çizmiş ve o medeniyete rehberlik etmişti. O zaman (şimdi de böyle olmalı) ‘ilm, İslami düşünce ve bilgilenmenin üslubunu biçimlendirmiş, hakikatin Müslümanlarca en iyi bir şekilde nasıl algılanabileceğini ve mükemmel bir toplumun nasıl oluşturulup geliştirilebileceğini tanımlamıştır. ‘ilm, İslam’a dinamik ve diri bir biçim vermek suretiyle Müslüman toplumun çevresiyle bütünleşmesini sağlayan bir tutkal vazifesi görmüştür. ‘’Bilgi, sonu gelmeyecek olan bir fetihtir’’ der Cemil Meriç. Bilgiye bu güne kadar atfedilen tüm kelimeler onun varoluşsal açıdan yararları ve yöntemleri üzerinedir. Bir yerde dönüşüm, eğer insanı, toplumu var ediyorsa bir parçası olunmalıdır. Bu bakımdan da İslam medeniyetinde dönüşüm bilgi sayesinde medeniyeti var ettiğinden ve gelişimini sağladığından bilginin bir parçası İslam medeniyetidir de diyebiliriz. Eric Hoffer: ‘’İslamiyet doğduğu zaman, örgütlendirici ve modernleştirici bir ortam meydana getirmiştir.’’ der .
Buradan da ne istediğini bilen, hedefini belirlemiş bir ilerleme arzusu anlaşılıyor. Bir kitle hareketinin en güçlü çekiciliği kişilerde geleceğe bağlı umut yaratmasıdır. Bu çekicilik, özellikle gelişme düşüncesiyle dolu olan bir toplumda daha etkindir. Bu umut verme gücü sonucu mütefekkirlerimiz bilginin önemini kavramış ve medeniyetimizin kuruluş aşamasını gerçekleştirmişlerdir. Gideceği yönü bilen, ihtiyacı olan şeyleri ve bulunduğu konumu iyi analiz eden bu mütefekkirlerimiz tarihin en köklü en gelişmiş medeniyetlerinden birinin meydana gelmesini sağlamışlardır. Buradan bir genel bakış yapacak olursak; İslam Uygarlığının biçimlenmeye başlaması, idrak gelişiminde yaşananlar, gelişim ve ilerlemenin sürekliliği esasının mütefekkirlerimizce anlaşılması, bilginin öneminin kavranması, edinilen bilgilerin sistematik bir biçimde toplanarak birleştirilmesi ve sürekli ilerlemenin varoluşsal açıdan öneminin anlaşılması yoluyla medeniyetimiz kuruluş aşamasını tamamlamış ve günümüze kadar gelmiştir. Akıl ve erdem çerçevesinde öğrenilen bilgi her zaman insana ve insanlığa yararlı olduğundan toplumların, ülkelerin, cemiyetlerin, medeniyetlerin ihtiyacı olan kavramların başında gelir.
KAYNAKLAR
- Mustafa Armağan, ‘’İslam ve Bilim Tartışmaları’’, Etkileşim Yayınları, 2007, s.22-23.
- Hüseyin Gazi Topdemir-Yavuz Unat, ‘’Bilim Tarihi’’, Pegem Aakademi, 2009, s.9.
- Fatih Bayhan, ‘’Dip Dalga’’, BSR Yayın Grubu, 2012, s.138-139.
- David Eagleman, ‘’İncognito’’, BKZ Yayıncılık, 2014, s.202-203.
- Eric Hoffer, ‘’Kesin İnançlılar’’, Tur Yayınları.
Yorum yaz