YALANLAR SİLSİLESİ
Yalan, somut değil elbette, gözle görülmeyen ve elle tutulmayan kavramsal bir şey. Kulağa gelen bilgi. Ya da artık çağın gerektirdiği şekilde mesajlar yoluyla gönderilen ileti hali. Daha kolay değil mi? Mesajla gönderilen yalan! Ses ya da el titremesi yok. Göz kontağı yok. Mucize gibi günümüzün yalancıları için. Arayıp da bulamadıkları icat ya da ilaç! Ne yolla olursa olsun doğruluğunu teyit ettirmek ise bazen oldukça güç. Bunun için yıllardır bir sürü çalışma yapıldı, kitaplar yazıldı. Hatta yalan makinesi denilen bir icat atıldı ortaya! 1921 yılında Kanadalı J. A Larson icat etti yalan makinesini. Daha sonra insanoğlu buna da güvenmedi ya da kendine güvenmedi kim bilir!
Yalan ile birlikte insanın hayatına ikinci soyut bir kavram daha eklendi. Güven! Bu iki olgu birbiriyle yarışır hale geldi adeta. Yalan varsa güven yoktur denildi. Evet, eğer bir ilişkide yalan varsa güven yoktu. Aldatma üzerine belki milyonlarca film çekildi, kitap yazıldı. Ama insanoğlu değişmedi ve akıllanmadı, ders ise hiç çıkarmadı. Kendince komik nedenler buldu, hatta renkler. Beyaz yalan, pembe yalan koydu ismini. Kendi kusurunu örtbas edecek diye yalanları sınıflandırdı durdu.
“Aman canım işte, beyaz yalan sende, takılma artık, dedi.” “Pembe bir yalan, mecbur olmasa söylemezdi, dedi,” bir kılıf uydurarak bir diğeri. Oysaki yalan zehirdi, masum falan değildi. İnsanoğlu kendini kabahatlerinin üstünü örtmek için başvurdu yalana. Belki başta masumdu, daha sonra alışınca tıpkı bir bağımlılık gibi insanın çevresini kuşattı ve alışkanlık yaptı. Yalan söyle ve kurtul!
Karşımızdakine duyduğumuz güven azalınca beden dilinden, gözlerindeki bakışlarından anlamaya çalıştık olanı biteni. Sağa bakıyorsa ne oluyordu, sola bakarsa ne oluyordu acaba?
Otururken ayakları bize doğru mu, gözlerini sık sık kırpıyor mu, elleriyle yüzüne dokunuyor diye sora sora iyice paranoyaklaştık. Güvensizleştik. Belki de yalanı ilk anda hissettik ama öyle değildir, biz yanlış anlamışızdır diye geçiştirdik. Toz konduramadık karşı tarafa ve karşı tarafa konduramadığımız tozu kendimize kondurduk, yanlış anlayan olduğumuzu düşünerek… İnsan en büyük kötülüğü aslında kendine ediyordu hiç fark etmeden. Söylediği yalanlar ise bir gün kendini bulur hale geliyordu. Bir süre sonra ben yalan konuşuyorum, acaba karşımdaki de bana yalan konuşuyor mu diye içi içini yemeye başlıyordu. Tıpkı bir bumerang gibi.
Hatta atasözü bile vardı yalanla ilgili. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar diye.”
Belki yatsıya kadar, belki de daha sonra ama yalan er ya da geç ortaya çıkıyordu bir yerden. Belki bugün, belki de yıllar sonra hiç umulmayan bir yerden, hiç umulmayan bir sebepten. Hiçbir şey gizli kalmıyordu hayatta. Türlü entrikaların tabiri caizse ipliği pazara çıkıyordu elbet.
Bir de şu hisler mevzusu vardı. Ya da görmüş geçirmiş kimselerin ben yalancıyı gözünden tanırım hikâyesi acaba gerçekten tecrübeyle sabit miydi yoksa bir gözdağı verme hali miydi bilinmez.
Şimdi düşünün bakalım? Siz hangi taraftasınız, ben yalancıyı gözünden tanırım diyen tarafta mı, yoksa yalan mı işim olmaz diyen, çabuk kandırılırım diyen tarafta mı? Ya da hangi tarafta olmayı gerçekten isterdiniz? Yalanlarla günü kurtarmayı mı, dürüst olup gerçekleri konuşmayı mı? Sahte mi olurdunuz gerçek mi? Pembe yalanlar masum mu size göre, yoksa yalan söylemek hastalıklı bir hal mi? Siz güven üzerine kurulu ilişkilerden yana mısınız yoksa genel geçer olandan mı? Yaptığınız bir yanlışa sahip çıkamayacak kadar güçsüz müsünüz yoksa? Aynaya bakın ve sorgulayın, ben kimim? Sonra sıra karşınızdakini sorgulama gelir elbette.
Nitekim bu çıkarlar üzerine kurulu dünya döndükçe yalandan kaçış yok. Tıpkı güneşli bir havada bir anda yağmur yağmaya başlaması gibi, umulmadık bir anda yalana yakalanabilirsiniz. Yine de panik yapmayın ve şemsiyenizi açın!