1984 ve Orwell – Semih ERTÜRK

1984 ve Orwell

Distopya denildiğinde bugün akla gelen iki temel eser vardır. Bunlardan biri Aldous Huxley’nin yazdığı “Cesur Yeni Dünya”, diğeri ise George Orwell’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”üdür.

Distopya olarak nitelendirilen George Orwell’ın bu şahane eseri, geçmişin aslında ne kadar da gelecekten izler taşıdığını ortaya koyuyor. 1948’de kaleme aldığı bu eser ile Orwell, günümüz modern dünyasına bir protesto bırakıyor. Her ne kadar kitabında 1984 yılını tasvir etse de kitabın derinliklerinde bugünden izler de bulabilmeniz mümkün. Bu durumda elbette ki George Orwell’ın ileri görüşlülüğü etkili.

Büyük Birader olarak adlandırılan kişi ve onun denetimindeki partisi, Okyanusya yönetiminin başıdır. Okyanusya’da Büyük Birader’in otoritesiyle, toplumda hiyerarşik bir sınıflandırma bulunur. Topluma, tüm insani duygulardan arınmalarını emreden Büyük Birader; ülkede aşkı, erotizmi, bireysel evliliği ve günlük tutmak gibi insani eylemleri de yasaklamıştır. Evlilikler, tamamen devlet kontrolündedir ve amaç yalnızca devlete hizmet edecek çocuklar yetiştirmektir. Diğer yandan, ülkedeki tüm yazılı ve yazısız yayın organları, sadece devlete bağlıdır ve asla kendi düşüncelerinizi ifade etmenize izin verilmez.

1984, sosyalizm eleştirisi gibi durup aslında totaliter olan her yapıya karşı bir tepkinin somutlaşmış halidir ve her kesimden kişiler tarafından aynı oranda nefret edilip aynı oranda sevilir. “2+2=5” Komünist Parti’nin gerçekten kullandığı bir slogandı. 1928 yılında Sovyetler Birliği’nde başlayan 5 yıllık kalkınma planlarına atıfla “2+2=5” deniyordu. O artı değeri yaratacak olan ise sosyalist işçilerin çalışma coşkusu olacaktı. Eserdeki Big Brother, Stalin’in ta kendisidir. Kitaptaki partinin bir söylemi olan ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR sözü burada bir anlam kazanır.

Eğer henüz 1984’ü okumadıysanız, George Orwell’in resmettiği karanlık geleceği solumanızı öneriyorum. Bir kısmımız şu anda o gelecekte yaşadığımızı düşünüyor olabilir. Bu da insanlar üzerindeki baskının yıldırıcı boyuta geldiğinin bir ispatıdır. Orwell’in kendisi de sosyalist olmasına rağmen, sosyalizmin makineye tapınmasını, 1930’ların “sosyalizm-ilerleme-makine-Rusya-Traktörler-hijyen-makine-ilerleme” karabasanını küçümser. Mekanik ilerleme gelişme için gerekli olabilir ama bir din halini almamalıdır, ona göre. Makine bizatihi düşman olabilir, Orwell’in inandığı şey tam olarak budur. Tele-ekran makine çağının, mantıki sonudur. Tele-ekran camdaki gözdür. Şişedeki beyindir. Orwell için elektronik medya çirkin, baskıcı, zihne durgunluk vericidir; sessizliğin düşmanı, medeniyetin enkazıdır. Yurttaşların Büyük Birader’in tele-ekranlarıyla izlediği karamsar gelecek tasviridir bu eser. Baskıcı devlet iktidarına hizmet eden aygıtlar. Aynı zamanda kitapta geçen “düşünce polisi” gibi kavramları da George Orwell günümüze kazandırmıştır.

1984’te tele-ekran her şeyin anahtarıdır. BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ ÜSTÜNDE. Bütün bildiğimiz Büyük Birader’e her şeyi ileten ekranların olduğudur.

1984’ü ister komünizme karşı yazılmış bir eleştiri olarak görün, isterseniz de distopik bir gelecek tasviri olarak değerlendirin. Ama ne yapın edin, hakkını verin. Zamanının ötesinde bir eser yazmış George Orwell. Distopya türünün temel eserlerinden birisini ortaya çıkartmış.

1984’ün olay örgüsü, bir Parti çalışanı olan Winston’ın yaşadıkları etrafından ilerler. Winston, Gerçek Bakanlığı adı verilen ve Parti’nin direktifleri doğrultusunda tarihin yeniden yazıldığı bir devlet kurumunda çalışmaktadır. Onun gözlerinden Parti’nin karmaşık düzenini ve manipülasyon tekniklerini öğreniriz.

1948 yılında George Orwell tarafından öngörülebildiğini görmek, insanlığın gelişiminin pek de sürpriz içermediğini doğrular. “Yoksa dünya, Orwell’in çizdiği karanlığa doğru mu ilerliyor?” gibi karanlık düşüncelere sürükler.

1984’ü bu kadar popüler yapan duygu, insanların hissettiği gelecek kaygısıdır. Kitap tam bir baskı, korku rejiminin profilini çiziyor.

1984’te dünyaya, hepsi aşağı yukarı aynı siyasi yapıya sahip, eşit dengeli üç süper devlet hâkimdir. Hiçbiri dışardan gelecek gerçek bir fetih tehlikesiyle yüz yüze değildir. Her bir süper devlette İç Parti’nin iktidarı için var olan tek tehlike iç tehlikedir. Öncelikle, eğitimsiz kitleler -proleterler- problemi vardır. Dünyanın her yerinde zenginliğin artması kısa zamanda okur-yazarlığa yol açacaktır, bu da devrim kıvılcımını çakabilir, dolayısıyla yöneticiler yoksulluğu sürdürürler. Proleterler ne olup bittiğini görseler ve isyan etseler bile, kalkıp gidip sanayi üretiminin makinelerini durdurmazlar. Gerçek bir savaş açamazlar, atom bombası yüzünden bunu düşünmek bile imkânsızdır. Dolayısıyla yöneticiler, toplumu psikolojik olarak sindirebilecek bir şekilde yoksullaştırarak, ülkelerini üçüncü dünyada bitmek bilmeyen, ancak aslında sahte olan bir savaş halinde tutarlar. Yoksulluk cehaleti devam ettirir, o da yönetici oligarşinin gücünü devam ettirir. Böylece Parti’nin üç sloganından ilk ikisini anlarız: SAVAŞ BARIŞTIR ve CEHALET GÜÇTÜR.

1984’teki siyasi gerçekçilik, geçmişin değişebilirliğidir. Artık doğru tarih diye bir şey yoktur; yapılmış bir şey her zaman yapılmamış olabilir. Geçmiş sadece tahrif edilmekle de kalmaz; her bir bölümü, her bir satırı Parti tarafından yeniden yazılır.

1984’te her duygu nefrete dönüştürülür. 1984’te hayat tutkusuz, sadakatsiz, en ufak bir arkadaşlık kırıntısı olmaksızın yaşanır. Yeni söylem ile, artık tüm Okyanusya’nın resmi dili olan yoksullaştırılmış İngilizce kullanılır. Parti, kelime ve doku dilini soyup çıplaklaştırarak yavaş yavaş her tür bağımsız düşünce ve ifade ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Yeni söylem, bütün insanların aynı biçimde konuşmasını ve dolayısıyla aynı biçimde düşünmesini sağlayacaktır.

Çoğunluğun bu sisteme uyduğu ve itiraz etmeksizin Büyük Birader’e saygı gösterdiği Okyanusya’da, elbette ki sisteme karşı gelen kişiler olacaktır. Bunlardan biri de Doğruluk Bakanlığı’nda çalışan Winston’dır. İçerisinde bulunduğu sıkışmışlık hissi, onu her şeye karşı gelmeye itecektir. Hikâyede burada başlar. Winston’ın başkaldırışı, Julia ile olan yakınlaşması ve eylemleri sonucu başına gelenleri George Orwell, büyük bir ustalıkla işlemiştir. Kitabın sonundaysa Winston’ın türlü işkenceler sonucu, devlete bağlı bir vatandaşa dönüştürüldüğüne tanık oluruz.

Sovyet Rusya’ya bir eleştiri niteliğinde olan bu kitap, günümüz siyasetinin baskısı, toplumdaki adaletsizliği, insanların tek tipleştirilmek istenmesi, zihnin kontrolü ve bireyselliğin yok edilmesi gibi kavramlar üzerinde de duruyor. Ütopik olduğu kadar gerçekçi yönlere de yer veren roman, sizi yaşadığınız toplum düzeni içerisinde de düşünmeye davet ediyor. Önlem alınmadığı takdirde nerelere sürüklenebileceğimiz konusunda ipuçları veren bu romanı, elinizden bırakamayacaksınız.

Semih Ertürk
Semih Ertürk
Articles: 34

Leave a Reply