2024, dünya çapında zorlu bir yıl olmasına rağmen sinema dünyasında beklenmedik bir şekilde etkileyici bir yıl oldu. Buna karşın biz de sizler için 2024’ün en iyi filmlerini listeledik…
Sinema sektöründe birçok zorluk, grevler ve endüstriyel krizlerle geçen bu yıl, sinemanın hala canlı ve güçlü olduğunu kanıtlayan pek çok harika filme ev sahipliği yaptı. Festival çıkışları, öne çıkan bağımsız yapımlar ve büyük bütçeli prodüksiyonlar, her birinin derinlikli anlatımları ve estetiksel başarılarıyla sinema izleyicilerine unutulmaz deneyimler sundu.
SİNEMADA 2024
2024, grevler ve endüstriyel zorluklara rağmen, filmler kendilerine sağlam bir yer bulduğu ve sinemanın, gücünü bir kez daha gösterdiği bir yıldı. Bu yılın en iyi 25 filmi, yalnızca görsel şölenler sunmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumsal adalet, insanlık hallerine dair derin sorgulamalar ve karakter odaklı yapımlar ile izleyicinin zihninde iz bırakmayı başardı. İşte 2024’ün en dikkat çeken 25 filmi, sinemanın gücünü ve yeniden doğuşunu kutluyor.
Bu yıl, sinema, zorlukların ve belirsizliklerin ötesine geçerek insan deneyiminin her yönünü keşfetmeye ve derinlemesine sorgulamaya devam etti.
25. “THE BRUTALIST”
Brady Corbet’in “Brutalist”i, Holokost’tan sağ kurtulmuş ve Amerika’ya kaçan Macar-Yahudi bir mimar olan László Tóth’un hayatını anlatıyor. Film, Tóth’un yarattığı beton monolitlerin estetiğiyle özdeşleşmiş bir anlatı sunuyor. 215 dakika süren bu epik yapım, hem görsel anlamda hem de duygusal yoğunluk açısından dikkat çekiyor. Corbet, betonun ağırlığıyla insan ruhunun içsel travmalarını paralel bir şekilde işliyor. Estetik ve geometrik açıdan çok dikkatli bir tasarım anlayışına sahip olan film, Corbet’in önceki işlerindeki (örneğin “Vox Lux” ve “Bir Liderin Çocukluğu”) şiddet, kültür ve travma temalarını genişletiyor. Tóth’un mücadelesi üzerinden, göçmenlik, sanat, toplum ve tarih arasındaki karmaşık bağlar sorgulanıyor. Film, geçmişin acıları ve onlardan kaçışın zorlukları üzerine güçlü bir anlatım sunuyor. Corbet’in sinematografik anlatımı, derin psikolojik tahlillerle birleşerek unutulmaz bir deneyim oluşturuyor.
24. “THE BREAKING ICE”
Anthony Chen’in “The Breaking Ice”ı, soğuk ve kasvetli bir Çin kasabası olan Yanji’de geçen duygusal bir yolculuğu anlatıyor. Nana, dışarıdan soğuk ve mesafeli görünen, içsel sıcaklık arayışı içinde bir genç kadındır. Soğuk hava ve toplumdaki donmuş ilişkiler arasında sıcaklık arayışını simgeleyen bu film, insanın içsel dönüşümünü ve yeniden doğuşunu keşfeder. Yanji’deki karla kaplı dağların ve gri dumanların arasında, Nana’nın duygusal yolculuğu başlar. Gündüzleri, coşkulu bir tur rehberi olarak çalışan Nana, geceleri, içsel boşluğunu doldurmaya çalışan, Koreli-Çinli ailesinin restoranında, Han Xiao’yu geri çevirmekten zevk alır. Film, bir yandan insanın içsel sıkıntılarına, bir yandan da gençliğin, aşkın ve umudun yaşadığı dönüşüme odaklanıyor. Soğuk ve buzlu bir dünyada sıcaklık arayışı, yalnızlık ve umutla örülmüş bir hikaye olarak izleyiciyi etkiler.
23. “GOOD ONE”
India Donaldson’ın “Good One” filmi, orman yürüyüşünde geçen bir büyüme hikayesi sunuyor. Film, New York’un kuzeyine yapılan bir kamp gezisi etrafında şekilleniyor. Ancak geziden birinin ayrılmasıyla, kalan üç kişi, kişisel sorunları ve ilişkileriyle yüzleşirler. Chris, Matt ve Sam arasındaki dinamik, izleyiciye bir aileyi, birbirleriyle olan bağlarını ve büyümenin zorluklarını derinlemesine keşfetme fırsatı sunar. Chris’in 17 yaşındaki kızı Sam, ailesinin sorunlarıyla başa çıkmaya çalışırken, bir yandan da olgunlaşmaya başlar.
Film, özellikle gençliğin kimlik arayışı ve aile içindeki yerini bulma mücadelesine odaklanıyor. Sam’in, ailesinin sorunları arasında kendi yolunu bulmaya çalışırken büyümesini izlemek, izleyiciyi hem duygusal hem de entelektüel olarak etkiler. Donaldson’ın bu ilk uzun metrajlı filmi, hassasiyetle işlenmiş bir karakter gelişimi ve güçlü bir aile dramı sunuyor.
22. “JUROR #2”
Clint Eastwood’un “Jüri Üyesi #2” filmi, Amerikan hukuk sistemini sorgulayan derin bir gerilim ve dram yapımına dönüşüyor. Eastwood, tipik vatansever vurgularla açtığı filmi, adaletin ve doğru olmanın nasıl bazen bulanıklaştığını irdeleyen bir yapım haline getiriyor.
Film, Amerikalı hukuk sisteminin hatalarını, şüphecilik ve empati ile harmanlıyor. “Jüri Üyesi #2”, sistemin kusurlarını sorgularken, izleyiciye herkesin hatalar yapabileceğini ama geçmişten ders alarak büyüyebileceğini hatırlatıyor. Eastwood, karakterlerin içsel çatışmalarını ve kusurlarını oldukça dikkatli bir şekilde işliyor. Hukuk sisteminin idealize edilen yapısının ötesine geçip, bireysel vicdan ve toplumsal sorumluluk üzerine bir inceleme sunuyor. Film, Eastwood’un kariyerinin önemli bir yansıması olarak, insanın idealleriyle ne kadar uzağa gidebileceğini gösteriyor.
21. “HARD TRUTHS”
Mike Leigh’in “Zor Gerçekler” filmi, İngiliz Jamaikalı bir kadının acılı hayatını ve ailesiyle olan çatışmalarını konu alıyor. Pansy, dünya karşısında içsel sıkıntılarla boğuşan, ama sevdiklerinin de onu anlamaktan uzak olduğu bir kadındır. Film, Pansy’nin ve ailesinin zorlayıcı geçmişine dair derinlemesine bir inceleme sunuyor. Pansy’nin yaşadığı sıkıntılar, ailesinin ona nasıl yaklaşmaları gerektiğini ve bu süreçte birbirlerine nasıl destek olacaklarını sorgulamaktadır.
Film, kişisel trajediler ve aile içindeki kopukluklar arasında geçen bir psikolojik drama dönüşürken, karakterlerin içsel dünyalarındaki çelişkiler oldukça belirgin şekilde işleniyor. Marianne Jean-Baptiste’in muazzam performansıyla Pansy, izleyicinin duygu dünyasına dokunuyor. “Zor Gerçekler” acı verici bir empatiyi, sevgi ve anlayışa dair zorlu bir keşfe dönüştürerek, izleyiciye oldukça güçlü bir mesaj bırakıyor.
20. “DOUGHTERS”
Angela Patton ve Natalie Rae’nin yönettiği “Kızlar”, DC bölgesindeki siyahi kızların, babaları hapisteyken onlarla bağ kurma çabalarını anlatan güçlü bir belgeseldir. Film, bu gençlerin hayatlarının zorluklarına ve kırılganlıklarına odaklanarak, Amerika’nın ceza adalet sisteminin aileler üzerindeki yıkıcı etkilerini ortaya koyuyor. “Kızlar,” babalarının hapis olmasından dolayı anlamlı ilişkiler kuramayan çocukların yaşadığı acıyı, dans gibi sembolik bir eylem aracılığıyla görselleştiriyor.
Özellikle, Aubrey adındaki beş yaşındaki kızın, babasını görmek için saydığı haftalar ve cezaevindeki mahkumların rehabilitasyon sürecindeki engeller, izleyiciye çarpıcı bir gerçeklik sunuyor. Patton ve Rae, gözyaşları yerine, bu çocukların yaşadığı acıyı anlamak için empatiyi vurguluyor. Film, hapishane sisteminin, ailelerin bir arada olmasına ve sağlıklı ilişkiler kurmasına nasıl engel olduğunu, aynı zamanda bu sistemin değiştirilmesi gerektiğini anlatıyor. “Kızlar” aslında sadece bir belgesel değil, ailelerin bir arada kalması gerektiğine dair güçlü bir çağrı yapıyor.
19. “CLOSE YOUR EYES”
Victor Erice’nin “Gözlerini Kapat” filmi, kariyerini tamamlamamış bir yönetmenin, kaybolan başrol oyuncusunun izini sürmesini anlatan bir drama. Bu basit hikaye, Erice’nin sinema ve yaşam arasındaki ince çizgideki ustalığını bir kez daha sergiliyor. “Gözlerini Kapat” basit bir film çekimi sürecini anlatmaktan daha fazlası; sinemanın ve geçmişin, bizim içimizde nasıl kalabileceğine dair bir meditatif bakış açısı sunuyor. Erice, geçmişin kaybolmuş izlerini arayan bir adamı, her bir detayla ortaya çıkarıyor.
Film, izleyiciye yalnızca kaybolan bir başrol oyuncusunun gizemini çözme fırsatı sunmakla kalmaz, aynı zamanda kayıp zamanın ve sinemanın kişisel önemini sorgulayan bir yolculuğa davet eder. “Gözlerini Kapat” sinemanın gerçekliğini ve bu gerçekliğin izleyicideki yansımasını ele alırken, Erice’nin yaşamla ve sinemayla olan bağını gözler önüne seriyor. Bu film, film yapımcılığının, anı hatırlama ve geçmişi yaşama biçimi olduğuna dair dokunaklı bir anıtsal yapıt.
18. “QUEER”
Luca Guadagnino’nun “Tuhaf” filmi, William S. Burroughs’un Queer romanından uyarlanan, yoğun bir kimyasal bağımlılık ve zihinsel keşif yolculuğunun derinliklerine iniyor. II. Dünya Savaşı sonrası Meksika’da geçen hikaye, başkarakter William Lee’nin, içsel çatışmaları, kimyasal bağımlılığı ve karşılıksız bir aşkın yıkıcı etkisiyle yüzleşmesini konu alıyor. Film, görsel açıdan Guadagnino’nun önceki yapıtlarından farklı olarak daha karmaşık ve deneysel bir hale geliyor. “Tuhaf”, gözlemlerle dolu, mistik bir yolculuk sunarken, zihni değiştiren bir aşkın etkilerini ve bunun insan doğasında yarattığı dönüşümleri araştırıyor.
Daniel Craig’in başrolündeki performansı, dramatik gerilimle birleşerek film boyunca izleyiciyi etkisi altına alıyor. “Tuhaf”, sadece bağımlılıkla değil, insanın kendine ve başkalarına olan bağımlılığıyla ilgili daha derin bir temayı işlerken, zihinsel parçalanmayı ve melankoliyi resmediyor. Bu film, sinematik bir deneyim olarak, duygu yoğunluğuyla izleyiciyi sarhoş eden bir yapıt.
17. “DAHOMEY”
Mati Diop’un “Dahomey” adlı belgeseli, 1894 yılında Fransızlar tarafından ele geçirilen Dahomey Krallığı’nın tarihsel kaybını ve 2021 yılında Paris’ten Benin’e geri gönderilen 26 tarihi eserin geri dönüşünü konu alıyor. Bu kısa ama etkileyici film, sadece hırsızlığın öyküsünü anlatmakla kalmaz, aynı zamanda geçmişin, kültürel mirasın ve ulusal kimliğin günümüzdeki yankılarını da sorguluyor. Diop, filmdeki heykellerin seslerini geri verirken, geçmişin sadece nostaljik bir anı olmadığını, aynı zamanda bugünle canlı bir diyalog içinde olduğumuzu gösteriyor.
Film, Benin’in tarihinin ve kültürünün bir parçası olan bu eserlerin, evlerine dönüş yolculuğunu ele alırken, gurur, acı ve kafa karışıklığı arasında bir yerlerde duran bir anlatı sunuyor. “Dahomey”, bu kültürel hazinelerin sadece fiziksel olarak geri dönmesini değil, aynı zamanda halklarının tarihsel anlamını yeniden kazanmasını anlatıyor. Diop’un bu belgeseli, modern zamanla geçmiş arasında güçlü bir köprü kurarak kültürel geri dönüşün aciliyetini vurguluyor.
16. “NOSFERATU”
Robert Eggers’ın “Nosferatu” uyarlaması, korku sinemasının klasiklerini modern bir bakış açısıyla harmanlıyor. “Nosferatu”, zamanının dışında bir film olmanın yanı sıra, Eggers’ın önceki filmlerindeki gibi günah ve cezanın, ölümcül tehditlerin derinlemesine analizini sunuyor. Willem Dafoe’nun inanılmaz performansıyla, film hem görsel hem de dramatik açıdan karanlık bir atmosfer yaratıyor.
“Nosferatu”, bu ünlü gotik korku hikayesini, tarihsel ve toplumsal temalarla yeniden şekillendiriyor. Eggers, insanlık tarihindeki içsel boşluklar ve ceza sistemine dair tüyler ürpertici bir masal sunarken, aynı zamanda geçmişin, toplumsal düzenin ve insan doğasının korkunç taraflarını keşfe çıkıyor. Film, görsel estetiği ve sert atmosferiyle, izleyiciye gerçek bir korku deneyimi sunuyor. Eggers, “Nosferatu” ile korku türünü sadece bir hayalet hikayesinden daha fazlası haline getiriyor ve insanın en derin korkularını, ruhsal çöküşünü ve suçluluğunu sinematik bir başyapıta dönüştürüyor.
15. “BETWEEN THE TEMPLES”
Nathan Silver’ın “Tapınaklar Arasında” filmi, Yahudi geleneğinde mutluluk ve neşe kavramlarının karmaşıklığını mizahi ve derin bir anlatımla işliyor. Jason Schwartzman’ın canlandırdığı kederli bir koronun sesi olan baş karakter, çevresindeki insanlar tarafından dolaylı olarak temsil edilmenin huzursuzluğunu yaşıyor. Özellikle ilkokul müzik öğretmeni Carla (Carol Kane), hem trajik hem komik bir dinamik yaratıyor. Film, mutluluğun paylaşılabilir bir deneyim mi yoksa bireysel bir arayış mı olduğuna dair derinlemesine bir sorgulama yapıyor. Silver, karakterler arasındaki bağları ve insanın içsel mutluluk arayışını, mizahi bir dokunuşla izleyicilere sunuyor.
14. “CHALLENGERS”
Luca Guadagnino’nun “Meydan Okuyanlar”ı, rekabet ve arzunun kesişim noktasında geçen yoğun bir romantik komedi. Film, iki ezeli rakip ve geçmişteki aşkları olan Tashi (Zendaya) arasında geçen karmaşık bir hikâyeyi konu alıyor. Tashi’nin hem profesyonel hem de kişisel olarak üstünlük sağlama arzusu, filmin sürükleyici çekirdeğini oluşturuyor. Justin Kuritzkes’in yazdığı şehvet dolu senaryo, Guadagnino’nun karakter odaklı yaklaşımıyla birleşiyor ve izleyiciyi derin bir tutkuyla sarmalıyor. “Meydan Okuyanlar”, yalnızca sporun fiziksel rekabetini değil, aynı zamanda insan doğasının tutkulu ve karmaşık yönlerini de keşfediyor.
13. “FLOW”
Gints Zilbalodis’in “Akış”ı, animasyonun duygu yaratma potansiyelini sonuna kadar kullanan, görsel olarak büyüleyici bir hikâye sunuyor. Sular altında kalmış bir dünyada geçen film, hayatta kalmaya çalışan rengârenk bir hayvan sürüsünü izliyor. Siyah bir kedinin kaybettiği bir topu bulması gibi sahneler, kaybolan şeylerin yeniden bulunabileceğine dair umut dolu bir mesaj veriyor. Sessiz anlatımı ve şiirsel görselliğiyle “Akış”, animasyon sanatına eşsiz bir katkı sağlıyor. Film, yalnızca dokunaklı bir hayatta kalma hikâyesi değil, aynı zamanda kayıplar ve yeniden buluşlar üzerine bir meditasyon.
12. “A DIFFERENT MAN”
Aaron Schimberg’in “Farklı Bir Adam” filmi, kimlik ve toplumun güzellik algısı üzerine çarpıcı bir hikâye sunuyor. Yüzündeki şekil bozukluğuna mucizevi bir tedavi bulan bir aktör, özgüvenini yeniden kazanmayı umarken, yeni kimliğiyle başka bir yabancı tarafından gölgede bırakılır. Film, güzellik ve insanlık kavramlarını toplumsal şartlanma prizmasından sorgularken, karanlık bir mizah ve gerçeküstü bir yaklaşımla hikâyesini sunuyor. Schimberg, hem özgün bir psiko-gerilim hem de toplumun estetik normlarına yönelik acımasız bir hiciv yaratmayı başarıyor.
11. “THE SEED OF THE SACRED FIG”
Mohammad Rasoulof’un “Kutsal İncirin Tohumu”, İran’daki baskıcı rejimlerin bireyler üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyen güçlü bir dram. Mahsa Amini’nin öldürülmesinden ilham alan hikâye, bir hükümet memurunun ailesiyle çatışmalarını ve kaybettiği silahın yarattığı gerilimle başa çıkma çabalarını anlatıyor. Rasoulof, paranoyak bir atmosfer yaratırken, dini ataerkillik ve gücün yozlaştırıcı etkileri hakkında sert bir alegori sunuyor. Hem ailevi hem de toplumsal gerilimlerin iç içe geçtiği bu film, izleyiciyi derin bir sorgulamaya davet ediyor.
10. “DO NOT EXPECT TOO MUCH FROM THE END OF THE WORLD”
Radu Jude, Bükreş’in bugünkü toplumsal ve ekonomik koşullarını absürd bir mizah ve keskin bir gözlemle ele alıyor. Film, konser ekonomisi sınıflarının çıkar çatışmalarını ve çarpık anlaşmalarını anlattığı epizodik yapısıyla dikkat çekiyor. Baş karakter Ange (Ilinca Manolache), tehlikeli derecede yoğun iş temposunda bir prodüksiyon asistanı olarak, sıradan gibi görünen ama derin bir trajikomediye dönüşen olaylar yaşıyor. Jude, Ruben Östlund’un tarzına benzeyen ama daha keskin bir Rumen cevabı olarak öne çıkıyor.
Film, iğneleyici diyaloglarla ve karakterlerin çarpıcı derinlikleriyle dolu. Özellikle son 40 dakikalık final sahnesi, trajikomedinin doruk noktasını sunuyor ve toplumsal gerçekliklere dair cesur bir analiz yapıyor. Jude, izleyicilerin tonal çeşitliliği takdir edeceğine inanarak karışık duyguları ustalıkla işlerken, filmin zeka dolu senaryosu sinemaseverler için unutulmaz bir deneyim yaratıyor.
9. “EVIL DOES NOT EXIST”
Ryûsuke Hamaguchi, bu filmde doğa, insan ve insan doğasının karmaşık ilişkisini ustalıkla keşfediyor. Tokyo’nun dışında, bir köyde geçen hikâye, köylülerin ormanlarını tehdit eden bir şirketle mücadelesini anlatıyor. Başta bir dayanışma ve uzlaşma hikâyesi gibi görünse de, film beklenmedik bir karanlık dönüş yaparak izleyiciyi sarsıyor. Hamaguchi’nin doğaya olan derin saygısı, köy manzaraları ve flora-fauna gözlemleriyle belirginleşiyor. Eiko Ishibashi’nin caz esintili müziği de bu duygusal hikâyeyi tamamlıyor.
Şiddet patlamalarının yavaş ilerleyen temponun içine ustaca yerleştirildiği film, altta yatan uyumsuzlukları güçlü bir şekilde hissettiriyor. Hamaguchi, modern dünyanın huzursuz yüzeyini ve bu huzursuzluğun altındaki çatışmaları sakin ama etkileyici bir dille anlatıyor.
8. “FURIOSA: A MAD MAX SAGA”
George Miller, aksiyon sinemasına getirdiği yenilikleri “Furiosa” ile daha da ileri taşıyor. Film, Charlize Theron’un “Fury Road”da ölümsüzleştirdiği Furiosa karakterinin geçmişine odaklanıyor. Immortan Joe’nun elinden kaçırılarak anaerkil bir cennette büyütülen Furiosa, çölün acımasız koşullarında hayatta kalmayı öğreniyor.
Ancak bu ön hikâye, yalnızca karakterin geçmişine ışık tutmakla kalmıyor; aynı zamanda insanın hayatta kalma ve umut arayışını derin bir şekilde sorguluyor. Miller, “Furiosa” ile sadece aksiyonun görkemini değil, aynı zamanda insanların bu dünyada neden umuda ihtiyaç duyduğunu da anlatıyor. Beş bölümlük, epik bir intikam hikâyesi olarak tasarlanan film, sinemaseverler için hem görsel bir şölen hem de duygusal bir yolculuk sunuyor.
7. “THE SUBSTANCE”
Coralie Fargeat, kadın bedenine dayatılan güzellik standartlarını cesurca sorgulayan bu filmiyle toplumsal normlara meydan okuyor. “Madde”, grotesk vücut korkusu ve toplumun kadınlardan beklentilerine dair keskin bir eleştiri sunuyor. Film, “The Fly” gibi vücut korkusu sinemasının kült eserlerinden esinlenirken, kadınların içsel çatışmalarını ve öz-nefretlerini benzersiz bir şekilde ele alıyor.
Gençlik ve güzellik takıntısını, toplumsal baskıları ve kadın bedeninin metalaştırılmasını acımasız bir dürüstlükle masaya yatıran Fargeat, filmiyle hem midesi güçlü olanları hem de bu konuları sorgulamaya açık izleyicileri hedef alıyor. Filmde, estetik kaygılar ve bu kaygıların kadınların hayatlarına etkileri son derece çarpıcı bir şekilde aktarılıyor.
6. “ALL WE IMAGINE AS LIGHT”
Payal Kapadia’nın bu filmi, Mumbai’deki iki hemşirenin gündelik hayatlarına odaklanıyor ve şehir hayatındaki kadınların deneyimlerini incelikli bir dille anlatıyor. Film, detaylara olan dikkat çekici yaklaşımıyla izleyiciyi sıradan anların bile büyüleyici bir derinliğe sahip olduğuna ikna ediyor. Anu ve Prabha arasındaki ilişki, hemşirelerin hayatlarındaki sevgi ve yalnızlık temalarını işlerken, Hindistan’daki toplumsal ve politik baskılar da ince bir şekilde işleniyor. Özellikle Anu’nun Müslüman sevgilisiyle olan gizli buluşmaları, filmde dikkat çeken bir diğer hikâye katmanı. Kapadia, şehir yaşamının karmaşasını sakin ve duygusal bir bakış açısıyla sunarken, izleyiciyi rüya gibi bir atmosfere davet ediyor. Yağmur altında yürüyen iki âşığın sahnesi gibi anlar, filmin zarif ve şiirsel anlatım tarzını mükemmel bir şekilde yansıtıyor.
5. “ANORA”
Sean Baker’ın yönetmenliğini üstlendiği “Anora,” iki genç Rus-Amerikalı karakterin sıradışı ve gerçekçi hikayelerini bir araya getiriyor. Brighton Beach’te kız kardeşiyle küçük bir evi paylaşan 23 yaşındaki striptizci Anora (ya da tercih ettiği adıyla Ani), haftanın her gecesi Manhattan’daki bir kulüpte çalışarak hayatını sürdürüyor. Kulübün tek Rusça konuşan çalışanı olan Ani, New York’a yeni taşınmış, hayatında hiç çalışmamış bir milyarderin 21 yaşındaki oğlu Ivan ile burada tanışır. Ivan, babasının Brooklyn’deki malikanesinde lüks bir hayat yaşarken Ani’ye bir hafta boyunca “çok azgın kız arkadaşı” olması için 15.000 dolar teklif eder.
Bu başlangıç, klişe bir romantik komedi için mükemmel bir temel oluşturabilir gibi görünse de, Sean Baker bu hikâyeyi derinlemesine bir işçi sınıfı portresi olarak ele alıyor. Filmin tonu romantizmden çok, günümüz Amerika’sında sınıfsal farkların yarattığı çatışmalara ve bireylerin kimlik arayışlarına odaklanıyor. Mikey Madison’ın canlandırdığı Ani, cesur ve yürek burkan bir performans sergiliyor. Ani’nin Amerika’daki göçmen yaşamını sorgularken sarf ettiği, “Bu ülkede isimlerimizi umursamıyoruz,” cümlesi filmin tematik özünü oluşturuyor. Sean Baker, görsel bir estetik ve mizahi bir dille, bireylerin ekonomik sistemin içinde kimliklerini ve hayallerini nasıl yitirdiklerini gözler önüne seriyor.
4. “I SAW THE TV GLOW”
Jane Schoenbrun’un etkileyici filmi, internet çağında kimlik, yalnızlık ve aidiyet duygularını araştıran benzersiz bir sinema eseri. Yönetmenin önceki çalışması “Hepimiz Dünya Fuarı’na Gidiyoruz”da, çevrimiçi varoluşun karanlık ve özgürleştirici yönleri ele alınmıştı. “Televizyonun Parıltısını Gördüm” ise bu temaları daha geniş bir ölçekte, daha derinlemesine inceliyor. Film, teknolojinin bireylerin kendilerini keşfetmesindeki rolüne dair bir trans kimlik meditasyonu sunuyor.
Film, görselliğiyle dikkat çekiyor; Schoenbrun, ultra düşük çözünürlüklü görsellerden canlı ve çarpıcı bir estetik yaratmayı başarıyor. Hikaye, hem bir dijital çağ eleştirisi hem de bir özgürleşme hikayesi olarak işliyor. Brigette Lundy-Paine’in yoğun bir monolog sahnesi, filmin dönüm noktalarından biri. Schoenbrun, insanları izleyen medyanın, onların saklı ve keşfedilmemiş yönlerini ortaya çıkarma gücünü vurguluyor. Film, özellikle trans bireyler ve kendini tanımlama sürecinde olan izleyiciler için çarpıcı bir deneyim sunuyor.
3. “THE BEAST”
Bertrand Bonello’nun “Canavar” filmi, hem görsel bir peri masalı hem de zamana meydan okuyan bir aşk hikayesi. Film, Léa Seydoux ve George MacKay’in canlandırdığı iki karakterin, 1910’dan 2044’e uzanan hikayesini üç farklı bölümde ele alıyor. Geçmişten günümüze ve geleceğe uzanan bu bilimkurgu destanı, insan ilişkilerinin zamansal bağlarını ve duygusal karmaşıklıklarını sorguluyor.
Bonello, bilimkurgu unsurlarını kullanarak, insanların geçmişteki anılarıyla gelecek kaygıları arasındaki ilişkiyi araştırıyor. Filmde kullanılan bir makine, bireylerin geçmiş yaşamlarından gelen duygusal yükleri arındırmalarına olanak tanıyor. Ancak bu süreç, karakterlerin kim oldukları ve neye inandıklarıyla yüzleşmelerine yol açıyor. Bonello, önceki çalışmaları “Hoşgörü Evi” ve “Zombi Çocuk”tan aşina olduğumuz temaları bu filmde daha erişilebilir bir şekilde işliyor. “Canavar,” seyirciye anı yaşamanın önemine dair güçlü bir mesaj veriyor.
2. “NO OTHER LAND”
Filistin’in Masafer Yatta bölgesinde geçen bu belgesel, İsrail’in on yıllardır devam eden yerinden etme politikalarını ve bölge halkının hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Filmin merkezinde, Basel Adra’nın kişisel hikayesi yer alıyor. Doğduğu andan itibaren yerinden edilme tehdidiyle büyüyen Adra, yaşadıklarını belgelemek ve dünyaya duyurmak için kamerasını eline alıyor.
“Başka Ülke Yok,” bir yandan bu topluluğun direnişini ve dayanıklılığını işlerken, diğer yandan bir tanıklık ve tarih kaydı görevi üstleniyor. İsrail-Hamas savaşının ardından Filistin işgali hakkında çekilen ilk büyük film olan bu belgesel, sömürgecilik ve insan hakları ihlalleri üzerine sert bir eleştiri sunuyor. Film, tanıklık etmenin direnişin en güçlü araçlarından biri olduğunu hatırlatıyor ve izleyiciyi bu hikayeye duyarlı olmaya davet ediyor.
1. “NICKEL BOYS”
RaMell Ross’un Colson Whitehead’in ödüllü romanından uyarladığı “Nickel Boys,” 1960’ların Jim Crow yasaları altındaki Amerika’sında geçen güçlü bir hikaye. Film, Florida’daki bir ıslahevinde birbirine bağlanan iki genç siyah erkek, Elwood ve Turner’ın hayatlarını konu alıyor. Elwood, Amerika’nın vaat ettiği özgürlük ve eşitlik fikrine inanmaya devam eden bir idealisttir. Turner ise ülkenin tarihsel adaletsizliklerinin bu hayalleri boşa çıkardığını düşünen bir realisttir.
Ross, filmde karakterlerin bakış açılarını eşit derecede önemseyerek, Amerika’daki sistemik ırkçılığı ve adaletsizliği ele alıyor. Görsel anlatımı ve detaylara gösterdiği özen, filmi sıradan bir roman uyarlamasının ötesine taşıyor. Jomo Fray’in sinematografisiyle Ross’un şiirsel yaklaşımı birleşerek, izleyiciyi derinden etkileyen bir sinema deneyimi sunuyor. “Nickel Boys,” yalnızca Amerika’nın ırkçı geçmişine bir eleştiri değil, aynı zamanda sinema sanatının dönüştürücü gücüne bir kanıt olarak parlıyor.
Yorum yaz