Prangalar ve İnsan

Modern insanın yapması gereken ya da yapmamız için zorunlu tutulan her şeyi düşünüyorum. Toplumun koyduğu kuralların, kalıpların bizden neler götürdüğünü anlamaya çalışıyorum. Başarılı, iyi, mutlu, sevgi dolu, mükemmel insan olmanın zorunluluğu. Kadınsak en güzel ilgilenen anne olmak, erkeksek en çok parayı kazanmak, öğrenciysek tüm derslerde başarılı olmak… Hep en iyi olmaya zorunlu kılınmışız. Olamadığımız her “iyi”, başarısızlığımıza inandırıyor bizi. Ama olmayınca olmuyor, biz oldurmaya çalıştıkça düştüğümüz kuytuda daha karanlık dipleri görüyoruz.

L. S. Lowry, Meeting Point, 1965

Her şey mükemmel olamıyor;

Utagawa Hiroshige, Night View of Saruwaka-machi, 1857

İnsan her şeyi başaramayabiliyor. Bazı denizleri geçip ufak tefek su birikintilerinde boğulabiliyor. Başkalarına iyi gelip kendine iyi gelemiyor. Başarı masallarından çok yenilgi hikâyelerini anlatıyor. Nice şehirleri adım adım gezip ufak bir kasabada yoruluyor. Sevgileri yarınlara bırakıp üzüntüleri saklıyor içinde. Aşkı terk edip nefrete sarılıyor. Kuş cıvıltılı bir parkta çocukları izleyerek oturmak yerine terk edilen bir binanın en üst katına çıkıyor, tüm şehir ayakları altına serilsin diye… Bazen dünyaları gezmek isteyip bazense küçük odasından çıkmak istemiyor. Bir zamanlar insanların yüzüne çarpmış olduğu kapıları tekrar açmak istiyor; dışarıda bıraktığı insanları orada bulamayacağını bile bile… Geçmişte yaptığı hataları düzeltmek isterken benzerlerini tekrar yapıyor. Düşe kalka yolları yürüyor, geçip gittiği bu yolları özlüyor. İnsanlarla tanışıyor; sevdiği tek bir bakışı, gülüşü arıyor herkeste. Samimiyetsiz samimiyetlerden kaçıp gerçek samimiyetin limanına sığınmak istiyor. Her şeyi anlatmak isterken tek bir kelimeye bile dili dönmüyor. Uzun süredir beklediği karın yağışını izlerken sıkılıp pencereyi kapatıyor daha fazla görmemek için. Yağmuru sevmediği halde bir yaprağın sakince düşüşünü izlemek için sonbaharı bekliyor.

İnsan kendi içinde bile böylesine çokken milyonlarca insanın yaşadığı bu dünyada nasıl aynı olmamız beklenebilir ki?

Natalia Goncharova, Pillars of Salt, 1908

Nasıl aynı kalıplara sığabiliriz? Nasıl herkes en iyi, en başarılı olabilir? Bırakalım bazılarımız daha az iyi daha az başarılı olsun. Sığındığımız rüyalardan uyanmayalım. Düştüğümüz yerden doğrulmayalım. Bazı şeyler eksik ve yarım kalsın. Yapmak/olmak zorunda hissettiğimiz her ne varsa ardımızda bırakalım. İnsan bazen geride bırakmalı toplumu, insanları… Sağır olmalı söylenenlere, kör olmalı kendisine asılan yüzlere. Bırakıyorum dediğinde bırakmalı her ne varsa. Ama ödümüz kopuyor değil mi? Ya toplumun şekillendirdiği kalıplara sığmazsak, dar gelirse kalıplar bize? Ya dünyaları içine alabilecek bakış açımızı bir şehre sığdırmaya çalışırsak? Oysaki insan kendinden uzaklaştıkça yavaş yavaş ölür. Ülkemizde ve dünyada mezara girmeden yaşamaya ve nefes almaya devam eden yüzlerce ölü var.

Zaman; modern dünya ve modern insan adı altında yapılan her sınırın, kalıbın insanları öldürdüğü zamandır. İyi ve başarılı olmak için yapılan her hırsın insanlığı defalarca öldürdüğü zamandır. İnsanlığın hoşgörüye en ihtiyacı olan bu zamanda kalıplara sığınanların hoşgörü kavramını unutması “başarısız” insanlara gösterilecek en acımasız tavırdır. Her şeye rağmen hayat kısa ve hepimiz kalıplara sığmamak için verdiğimiz mücadelenin tek taraflı kaybedeni olacağız. Hepimiz bir gün ölüp aynı toprağın altına gireceğiz. Herkes bir gün ölecek, herkes bir gün yalnız ölecek.

Kapak: Rene Magritte, The Battle of the Argonne, 1959

Şule Özatar
Şule Özatar
Articles: 8

Leave a Reply