Wes Anderson: Sinemanın Renk ve Simetri Ustası

Wes Anderson: Sinemanın Renk ve Simetri Ustası

Hayatınızda bir kez bile Wes Anderson filmi izlediyseniz; bilirsiniz ki bundan sonra izlediğiniz hangi filmin ona ait olduğunu tek bir bakışta anlayabilirsiniz. İsmini daha önce duymadınız mı? Hani sıra dışı ve etkileyici sinematografisi ile çıktığı dönemde adından sıkça söz ettiren The Grand Budapest Hotel filminin yönetmeni.

1969 yılının Mayıs ayında Teksas’ta dünyaya gelen Wes Anderson; küçük yaşlarından beri yazmaya ve sinemaya meraklı bir çocukmuş. İlk çekimlerini babasının kamerası ile yapan ünlü yönetmen, daha küçük yaşlarında kardeşlerinin ve arkadaşlarının oynadığı sessiz filmler yapmaya başlıyor.

Sanata her zaman bir ilgisi olan Anderson; büyüdükçe enerjisini tamamen sinemaya yöneltiyor ve felsefe okumaya gittiği Teksas Üniversitesi’nde yönetmenlik kariyerinin ilk adımlarını atıyor. Bu arada her yaptığı işte oyuncu ve yazar olarak yanında yer alan Owen Wilson ile bu üniversitenin koridorlarında tanışıyor. Eminim ikisi de Owen Wilson’ın Anderson’a gelecek yıl hangi profesörü seçeceği konusunda fikrini sorması ile başlayan bu arkadaşlığın, zamanla pek çok ortak paylaşımın yapılacağı böylesi bir dostluğa dönüşebileceğini tahmin edemezdi.

Wes Anderson’ın kariyeri Owen Wilson ile yazdıkları kısa metraj film Bottle Rocket ile başlıyor. Bütçeleri yetersiz olduğu için bir kısa film çekmek zorunda kaldıkları Bottle Rocket yapımcılarında dikkatini çekince uzun haliyle Sundance Film Festivali’nde gösteriliyor ve Anderson, ilk hayran kitlesini kazanmaya başlıyor. 1998 yapımı Rushmore ile Hollywood’a giriş yapan Anderson, yıllar içerisinde hepimizin tanıdığı sıra dışı görsel dünyası ve masalsı hikayeleriyle sinemanın estetik ve pastel yönetmeni haline geliyor.

Çocuksu Bakış Açısını Hiç Kaybetmeyen Bir Yönetmen

Peki, yönetmeni tanımayanlar ve filmlerini hiç izlememiş olanlar için Wes Anderson tarzı nedir?

Sevenleri bilir ki Wes Anderson filmleri ilk sahneden itibaren kendini bir kilometre öteden belli eder. Bir diğer deyişle yönetmen, kendine has tarzıyla anında göze çarpar ve onun bir filmini bile izlemiş olan izleyici filmin kime ait olduğunu rahatlıkla anlayabilir.

Anderson’ın yarattığı görsel dünya, kullandığı renkler ve hikayeyi anlatma şekliyle izleyiciye resmen görsel şölen sunar. Kendisini karakterleri yardımı ile ekrana yansıtmak yerine sıra dışı kişiliğini yine sıra dışı stilini kullanarak oluşturduğu görseller ile sinema perdesine aktarır. Yani bu sinematik görselleri kendi psikolojik uzantısı olarak kullanır.

Zamanla daha da artan simetri sevdası; Wes Anderson tarzının en belirgin özelliklerinden biri olarak gösterilebilir. Bottle Rocket ve Rushmore ile filizlenen bu simetri sevdası; Royal Tenenbaums ile zirveye ulaşır ve artık yönetmenin bir imzası haline gelir. Bu durum büyük olasılıkla Anderson’ın Stanley Kubrick’e olan hayranlığının dışa vurumu olarak da görülebilir.

Wes Anderson tarzının bir diğer belirgin özelliği ise çekim teknikleri.

Aslında bu özellik; çekim, görüntü oluşturma, set, kostüm ve ışık olarak da genişletilebilir. Yönetmenin teknik cephaneliğinde kullandığı en önemli silahı ise tracking shots”. Daha açıklayıcı haliyle kameranın ray üzerinde soldan sağa, sağdan sola ve ileri geri kaydırılması elde edilen sahneler. Anderson’ın bu tekniği birçok filminde sıklıkla görülebilir. Özellikle Moonrise Kingdom ve The Grand Budapest Hotel’i izlediğinizde gözünüzde direkt bu sahneler çarpabilir.

Başarılı yönetmen göze çarpan bir diğer tavrı ise filmlerinde nostaljiyi bolca kullanıyor olması. Anderson, geçmişe aşık bir sanatçı ve bunu farklı şekillere sokarak oldukça iyi bir şekilde hikaye ile harmanlar.

Anderson filmlerindeki nostalji; güncel olamayan zamanlar veya kültürler olduğu gibi aynı zamanda The French Dispatch’de kullandığı gibi aslında var olmayan şehirler olarak da bulunabilir. Karakterlerin çoğunluğu eskiye eğilim gösterir. Özellikle Moonrise Kingdom ve The Grand Budapest Hotel, nostaljinin Anderson’ın kadrajında nasıl şekillendiğinin en iyi iki örneği olabilir.

Bu üç özelliğe bir de filmlerde özenle hazırlanmış kostümler ve bir görsel şölen sunan pastel renkler eklenince Anderson sineması tamamlanmış sayılır. En ince detayına kadar dikkat edilmiş, dikkat çekici kıyafetler ile yönetmen; karakterin kişiliğini yansıtır izleyiciye. Üzerine her sahnede adeta birbiriyle bütünleşen renkler ile izleyiciyi daha da filmin içerisine çeker.

Buna ek olarak Anderson, büyük bir titizlik ile oluşturduğu renk paletleriyle anlattığı hikayeler arasında bir paralellik oluşturur. Küçük bir adadaki izci çocukları anlatan Moonrise Kingdom’da hikayeye paralel olarak daha çok sarı ve toprak tonlarını kullanırken; bir okyanus bilimcisi ve ekibini konu alan The Life Aquatic With Steve Zissou filminde ise genellikle mavi tonları hakimdir. Kısacası yönetmenin her bir filmi kendi içinde belli renk paleti ve örüntülerine sahip.

Wes Anderson sinemasını kendine has yapan diğer özellikler ise müzikler ve aktör seçimleridir.

Yönetmenin, filmin renklerinden kostümüne ve ultra simetrik görüntülere kadar en ince detaya dikkat etmesinin yanında müziklere ve aktörlere de büyük bir titizlikle karar verir.

Anderson sinemasında müzik, sadece arka planda kullanılması için değildir; daha çok filmi yönlendiren bir başrol oyuncusudur. Her filminde şarkılar kendilerine has bir karaktere sahip olurlar ve bir sahnenin duygusallığını arttırmak için görevlerini başarıyla yerine getirirler.

Müziğin yanında projelerinde sürekli görünen aktör ve aktrisleri bulunduran Wes Anderson; böylelikle kendine has, özgün sinemasını oluşturmuş olur. Aslında tüm bunlar Anderson’ın auteur olmasının getirisi. Tıpkı Tim Burton, Alfred Hitchcock, Frank Capra, Quentin Tarantino gibi. Özellikle Wilson kardeşleri (Owen Wilson, Luke Wilson ve Andrew Wilson), Bill Murray, Edward Norton, Willem Dafoe, Anjelica Huston, Adrien Brody gibi isimleri bir filmdeyse ve film çekimlerle, kostümler ve renklerle bir şölen sunuyorsa, o filmin bir Wes Anderson filmi olduğunu söyleyebilirsiniz.

Son Olarak…

Wes Anderson filmleri her bir sahnesi, her bir karesi ile tam bir sanat eseridir. Yönetmen, anlatmak istediğini sadece karakterleriyle değil; kostümler, renkler, arka plan ve çekim teknikleriyle de yansıtır. Karakterleri başta izleyiciye tanıtmakla uğraşmaz ancak zamanla karakteri geliştirerek onun kişiliğini anlatır. Onun dünyasında hiç kimse ne tamamen iyidir ne de tamamen kötüdür. Başrol, biraz bencillik veya kibir de taşır içinde. Hiç kimse saf iyilik veya saf kötülük barındırmaz.

Bunun yanında yönetmen, her zaman bir çocuğun gözünden izliyormuşcasına anlatır hikayelerini. Bir çocuk gerçek hayatta büyükleri nasıl görüyorsa öyledir onun filmlerinde de.

Üzerine en duygusal olayı bile yüzde naif bir tebessüm bırakacak şekilde kendine has mizah anlayışı ile aktarır seyirciye. Bu bile aslında Wes Anderson’ın ne kadar sıra dışı ve eğlenceli olduğunun göstergesidir.

O, kendi renkli ve masalsı dünyasını iyi bir şekilde perdeye aktarabiliyor ve kendini anında farklı bir noktaya koyuyor. Anderson’ın dünyasını kimileri beğenebilir kimileri de beğenmeyebilir fakat onun kendini getirdiği nokta; birçok yönetmenin en fazla isteyeceği şeylerden birisidir ve Wes Anderson bu noktada başarılı bir devamlılık sergiliyor.

Melis Gizem Akkaya
Melis Gizem Akkaya
Articles: 19

Leave a Reply