Kırmızı Pazartesi ve Toplumsal Cinsiyet Üzerine
Büyülü gerçekçilik akımının öncülerinden biri haline gelmiş olan Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in yapmak istediğini en iyi şekilde uyguladığı romanı, Kırmızı Pazartesi. İstediğini en iyi uyguladığını söylüyorum çünkü ünlü yazar da bu kitabın yazdıkları arasında en iyisi olduğunu düşünüyor. Yine de kitabın, en iyiler arasında yer aldığını okuduktan sonra anlamamak mümkün değil. Keza 120 sayfalık kısacık kitap, okuyucuda aşılamayan bir etki bırakıyor ve zihni adeta çıkışı olmayan bir labirente dönüştürüyor. Bu labirentle birlikte akıllarda cevaplanamayan birçok soru oluşuyor; Santiago Nasar gerçekten suçlu mu? Ángela Vicario, gerçeği tüm çıplaklığı ile açıkladı mı, yoksa kendini korumak için yalan söyleyerek tüm suçu masum birine mi attı?
Tüm bu sorular üzerine biraz daha tartışmalar dönedursun aslında Kırmızı Pazartesi’nin okuyucuda düşündürmeye çalıştığı fikirler başkadır. Daha doğrusu Marquez, romanın başkahramanı Nasar’ın nasıl öldürüldüğünü ele alırken; bir yandan toplumun çözümlemesini yapar ve sosyolojik çıkarımlarda bulunur. Kısacası yazar, her ne kadar öyle görünse de aslında okuyucuya sadece bir cinayet hikayesi vermez.
Açıkçası Kırmızı Pazartesi’nin bir cinayet hikayesi olmadığı giriş cümlesinden anlaşılır;
“Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 05.30’da kalkmıştı” cümlesiyle başlar ve daha bu cümleden hikayenin sonunu anlatır. Gabriel Garcia Marquez, romanı Nasar’ın kim tarafından ve neden öldürüldüğünü sorgulayan bir polisiye olarak kurgular. Hikayenin anlatıcısı ise olaydan yirmi üç yıl sonra doğduğu kasabaya gelip bu cinayet hakkında araştırma yapan bir gazetecidir. Gazeteci tüm kitap boyunca cinayete tanıklık eden kişilerle görüşür; herkesten olayın nasıl gerçekleştiğine dair tek tek bilgiler alır ve bunu da gözlemci bir bakış açısıyla, röportaj tekniğini kullanarak yazar. Ancak tanıklık edenlerin her biri, aynı olayı farklı şekilde anlatır. o günkü hava şartları bile tam olarak belirlenemez. Kimileri cinayetin yaşandığı günün yağmurlu olduğunu söyler; kimileri de havanın güneşli olduğunu iddia eder. Sonuç olarak ise gerçek ortaya çıkmaz.
Gerçekler her ne kadar ortaya çıkmasa da Marquez, olayı öyle bir işler ki kitap sonuna kadar büyük bir ilgiyle okunur. Aynı zamanda yazarın sosyolojik çıkarımlarıyla okuyucuyu düşünmeye iter. Okuyucu, romanı bitirdiğinde namus, muhafazakarlık ve toplumsal cinsiyet kavramları üzerinden hem kendi bakış açısını hem de toplumunu sorgulamaya başlar. Zaten yazarın bu kitabı yazmak istemesindeki amacı da budur. Marquez, sadece bir cinayet romanı yazmak istemez; aynı zamanda namus, adalet, din ve ataerkil düzeni vurgulayıp bunları eleştirir. Kısacası kendi toplumunun çözümlemesini yapar. Üstelik bu çözümleme, bizim gibi gelenek ve kültürel kodlarına bağlı bir yaşayış biçimi benimsemiş toplumlara hiç de yabancı gelmez.
Kırmızı Pazartesi için Kolombiya toplumunun muhafazakar ve ataerkil yapısını gözler önüne seren bir roman olduğunu söylersek doğru bir çıkarım yapmış oluruz. Toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlar ve erkekler üzerindeki baskısını, özellikle kadınların namus kavramı ile pek çok kez karşılaştıklarını; Angela Vicario’nun düğün gecesi bakire olmadığı gerekçesiyle ailesinin evine gönderilmesinden, erkek kardeşlerinin Nasar’ı öldürmesine kadar süren süreçte gözlemleyebiliyoruz.
Toplum, Roller ve Namus
Ana karakter Santiago Nasar’ın Vicario kardeşler tarafından öldürülmesinin tek sebebi namustur. Çünkü ablaları Angela Vicario’nun namusu arkadaşları Nasar tarafından kirletilmiştir.Bu nedenle de o kişi cezalandırılmalı ve namus temizlenmelidir. Çünkü “Namus, aşktır.” Bu gibi cümlelerle bizim toplumsal yaşamımızda da büyük bir yer kaplayan namus kavramından bahsedilir ve toplumdaki önemi vurgulanır.
Namusa verilen önemin yanında Türkiye toplumunda olduğu gibi Kolombiya toplumunda da bekaret bir tabudur. Önce Angela Vicario ve San Román; birlikte ev bakmaya gidecekleri sırada kızının namusuna laf gelmemesi için babası çiftin peşinden yollanır. Sonrasında ise Angela Vicario, Bayardo San Román ile evlenir fakat düğünden hemen ertesinde bakire olmadığı gerekçesiyle baba evine geri götürülür. Bekaret konusu da Bakire Carmen madalyonu ile portakal çiçeği imgeleri üzerinden işlenir. Bakire kızlar tarafından takılan portakal çiçeği, bizdeki kırmızı kuşak gibi saflığın ve masumiyetin sembolü olarak görülür. Angela’nın ise bakire olmadığı öğrenilince kasaba halkı tarafından saflığını kaybetmesine rağmen düğünde portakal çiçeği taktığı için eleştirilir.
Aslında namus ve bekaret kavramına bu kadar önem verilip sadece kız üzerinden konuşuluyor olması, toplumun cinsellik konusunda ne kadar iki yüzlü bir tutum sergilediğinin göstergesidir. Cinsel konularda erkekler, kadınlara karşı başarılarıyla övülür ve çocukluğundan itibaren kadınların fethedilmeyi istedikleri, ayartılmayı sevdikleri öğretilir. Bu nedenle de yetişkin olduklarında kendilerini bir fethedilecek kadınlar arayan bir fatih olarak görürler. Bayardo San Román’ın köyden köye dolaşarak evlenecek birini araması, evlenmek için Angela’ya karar verdiğinde onu elde etmek için gösterişler yapması, Angela için devamlı pahalı hediyeler alması ve düğün için tonlarca para harcaması fethetme isteğinin dışa vurumu olarak yorumlanabilir. Kızlara sürekli namusunun koruması gerektiği, eğer korumazsa saflığını kaybettiği öğretilirken erkeklere ise istediği kadar kızla birlikte olabilme özgürlüğü tanınır. Bu da Kolombiya toplumunda ve bizim gibi toplumlarda cinsiyete göre ne kadar farklı tutumlar sergilendiğinin göstergesidir.
Bu farklı tutumlar aslında çocukluktan itibaren başlar ve çocuklara bu toplumsal cinsiyet rolleri öğretilir;
Kızlar ve erkeklerin yetiştirilme tarzları da birbirinden farklı olup tamamen amaca yöneliktir. Angela’nın annesi Purisime del Carmen’in “Oğlanlar erkek adam olacak şekilde büyütülmüşlerdi. Kızlarsa evlenmek üzere yetiştirilmişlerdi… Her erkek onlarla mutlu olur, çünkü acı çekmek için yetiştirilmişler.” sözleri, daha küçük yaşlardan erkeklerin cesur ve güçlü olma ya da kadınlarını koruyabilecek becerilerle donatıldığını; kadınlarınsa dikiş dikmek ve yemek yapmak gibi kendilerine tanımlanan alanda eşleri ve çocukları için kendilerini feda etmeleri gerektiğinin öğretildiğini görebiliriz. Bu sayede evlilik hayatında kadına asalakça ve erkeğe bağımlı bir şekilde bir nevi hizmetkar olarak yaşayacağı; erkeğe ise bir insanın hayatını tapulu malı gibi sahiplenebileceği öğretilir.
Öğretilen toplumsal rollerin yanında, Kırmızı Pazartesi’de kadınların sınıfsal konumlarına bağlı olarak tacize ve aşağılanmaya maruz kaldıklarını görebiliriz. Nasar ailesinin hizmetçileri Victoria Guzman ve kızı Divina Flor’un söylediği “Tam yeniyetmelik yaşlarındayken İbrahim Nasar baştan çıkarmıştı Victoria Guzman’ı. Çiftliğin ahırlarında yıllarca gizli gizli sevişmişti kızla, sevgisi tükenince de hizmet etsin diye onu evine götürmüştü. Kadının sonraki kocasından olan kızı Divina Flor, kaderinin Santiago Nasar’ın kaçamaklar yaptığı yatağına girmek olduğunu biliyor, bu düşünce onu şimdiden kaygılandırıyordu.” sözler ile istismara uğradıklarını anlayabiliriz.
Hizmetçi kadınların, yanlarında çalıştıkları erkekler tarafından taciz edilmelerine; tamamen sınıfsal pozisyonlarından kaynaklanan kaderleri olduğunun çıkarımını yapabiliriz. Eğer kadın karşı koyarsa sonucunda erkek bir bedel ödemeyeceği için rahatlıkla şiddete uğrayabilir. İşini kaybetme korkusuyla ya da bir gün evin hanımı olma hayaliyle bu istismara ses çıkarmayabilir. Zaten ses çıkarsa da sınıfsal pozisyonundan dolayı elde edebileceği hiçbir şey olmaz.
Cinsellik, toplumsal cinsiyetler arasındaki ilişkilerin ortak noktası olduğu için kadınların ezilmesi de önemli ölçüde bu bağlamda gerçekleşir. Evlilik; bir kurum olarak adlandırılarak devlet, din ve toplum tarafından yüceltilir, kutsallaştırılır. Böylelikle üremek kaydıyla ve yalnızca devlet veya din tarafından kabul edilmiş eşle yaşanması zorunluluğu ile cinsellik kabul edilir hale gelir. Bir deyişle aile, toplum gözünde aşkın ve duygusallığın güvenli kaynak noktası olarak görülür. Eğer kadın, cinselliğini devlet veya din onayı olmadan keşfedecek olursa; bir adamın eşi olma hakkını kaybeder ve toplum tarafından büyük bir baskıya maruz kalır.
Kırmızı Pazartesi’de de tüm cinayet aslında kadının devlet veya dinin kabul etmediği şekilde bakireliğini kaybetmesi üzerine başlar. Angela’nın ailesinin evine gönderilmesi hem San Román’ın hem de Angela’nın ailesinin onurunu kırar. San Román, erkekliğinin kırılmasını kaldıramaz ve kendini içkiye verir. Ataerkil bir toplum anlayışına sahip olan Kolombiya halkı, San Román’ın bu hikayede en büyük kaybeden olduğunu düşünür. Aynı zamanda ataerkil bir toplumun kadınları, kadını ezen bu düzeni içselleştirmesi nedeniyle asla seslerini çıkarmaz; aksine Angela’nın annesi kızına şiddet uygular ve kasaba halkı kıza büyük bir tepki gösterir.
Toplumsal Roller ve Ataerkil Yapı
Ataerkil toplum, kadınların yanında erkeklerin de omuzlarına ağır sorumluluklar yükler. Romanda Vicario kardeşlerin namuslarını temizlemek için Santiago Nasar’ı öldürmeleri de bunun bir örneğidir. Aslında kardeşler hikaye boyunca cinayet işlemek istemezler; Nasar’ı öldürmek konusunda kararsızdırlar. Bir yandan toplum tarafından üzerlerine yüklenmiş bir sorumluluğu hissederler; bir yandan da bu bir suç ise cezasının ölüm olmaması gerektiğini düşünürler. Bir tarafta hayvanlarına çiçek isimleri veren kardeşlerin cinayet işlemeyeceklerine inanan insanlar bulunur; diğer tarafta da Nasar’ı öldürdükten sonra “Onu bilinçli olarak öldürdük, ama biz masumuz… Tanrı katında da, insanların gözünde de.” diyen Vicario kardeşler vardır. Bir başka deyişle bu ikilemler, erkek bireylerin de ataerkil toplum yapısı altında ne kadar ezildiğinin ve en az kadınlar kadar üzerlerine nasıl sorumluluklar yüklendiğinin bir göstergesidir.
Ataerkil toplumlarda kadınlardan hayatlarını ailelerine ve çocuklarına adamaları beklenirken; erkeklerden de sürekli güçlü olması ve ailesini geçindirmesi istenir. Her ne olursa olsun erkek; duygularını belli etmemeli, üzülmemeli ve dışarıya karşı sürekli yıkılmaz olduğunu göstermelidir. Bu toplumlarda kadınların ezilmesi ve şiddet görmesi çok olasıdır fakat erkeklerin herhangi bir şiddete maruz kalma durumu olamaz. Çünkü onlar hayatları boyunca güçlüdürler ve asla ezilmezler.
Kısacası Kırmızı Pazartesi, herkesin gerçekleşeceğini bildiği bir namus cinayetinin hikayesidir. Kimse bu cinayete karşı çıkmaz. Çünkü toplumda yerleşmiş bir namus anlayışı vardır. Herkes toplumsal cinsiyet rollerini bir elbise misali giyer ve o elbiseye uygun şekilde davranır. Bu nedenle de Santiago Nasar, başına gelenlerden dolayı bu toplum yapısında tek başına çaresiz bir şekilde kalır ve elinden hiçbir şey gelmez. Onun bu ölümü; aslında toplumsal cinsiyet rollerine uyum sağlayamayanların dışlandığı veya cezalandırıldığı muhafazakar toplumun nasıl akıl, mantık çerçevesinden ve vicdandan uzak bir tutum sergilediğinin bir göstergesidir.
Yorum yaz