ATTİLA VE DÜNYA EDEBİYATI
Türklerin çeşitli sebeplerden dolayı anayurtlarından ayrılmaları ile başlayan kavimler göçü neticesinde Batı Roma İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayan birtakım olaylar cereyan etmiştir. Türklerin önlerinde bulunan Germen kavimlerini batıya doğru itmeleri, bu kavimlerin Roma İmparatorluğu’nun sınırlarını tehdit etmesine neden olmuştur. İmparator I. Theodosius (379-395) döneminde bir yandan içeride ekonomik, dini, toplumsal karışıklıklar yaşanırken diğer yandan devletin sınırları barbar akınları ile büyük bir tehdit altına girmiştir. Böyle bir ortamda I. Theodosius 395 yılında imparatorluğu iki oğlu Arkadius ve Honorius arasında taksim etmiştir. Bu taksimat doğu ile batı arasında kesin bir ayrılığı hedeflemezken esasen de bir ayrılığın başlangıcı olmuştur. Zaman içerisinde imparatorluğun doğu yakası stratejik, askeri, siyasi, ekonomik vs. nedenlerden dolayı gittikçe güçlenirken, batı yakası Germen kavimlerin saldırı ve tazyikiyle zayıflamaya başlamıştır. Bu durum Batı Roma İmparatorluğu’nun sonunu getirirken Avrupa kıtasının siyasi ve etnik haritasının da büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur.
Attila ve idaresi altındaki Hunlar dönemin Avrupası’nda derin izler bıraktığı için Attila ile ilgili metinlere Antik dönemlerden bugüne kadar rastlanmaktadır. Kendisi tarafından yapılan seferler Batı ve Doğu Roma”ya oldukça zarar vermiş, öncesinde Hunların sebep olduğu Kavimler Göçü ve buna bağlı barbar yağmalarıyla beraber direncini kaybeden Batı Roma İmparatorluğu’nun kısa bir süre sonra çökmesine sebep olmuştur. Bu nedenlerden ötürü, ayrıca etnik kökeni ve dini nedeniyle, dönemin Hristiyan tarihçileri tarafından kendisine olumsuz bir imaj verildi. Zulüm ve ölüm ile ilişkilendirdi ve ona Tanrı’nın Kırbacı ve Tanrı’nın Cezası gibi isimler verildi. Ancak başta İskandinav ve Cermen kültürleri olmak üzere diğer kültürlerde, kendisini konu edinen Sagalarda ve Nibelungen Destanı gibi destanlarda daha olumlu bir yer kapladı. Günümüzde Macarlar ve Türkler tarafından ulusal ve kurucu bir figür olarak anılmaktadır.
Günümüze dek Asya Hunlarının yazılı edebiyatı hakkında hiç bir şey elde edemezsek de Çin yıllıklarında Hun sözlü(halk) edebiyatının bazı örneklerine rastlamaktayız. Bu örnekler de Hunların diğer kavimlerle yaptığı savaşlar ile ilgili olarak meydan gelmiştir. Çin yıllıklarına dercolunan Hun sözlü edebiyatının ürünleri üç tanedir. Biri, Hunlar ile Yue-çiler( Türkçe adı “Yavçi”dir, fakat Tohar veya Tohri adını takmak isteyenler de vardır) arasında geçen bir savaş dolayısıyla söylenmiştir. Diğeri, Hunların Alçı dağlarını Çinlilere kaptırması nedeniyle çok acılı bir biçimde söylenmiş bir türküdür. Üçüncüsü ise savaş hazırlığıyla ilgilidir. Bu üç şiirin muhtevasında büyük tarihi hadiseler ve kültür belirtilerinin barındığı bellidir.
Eski Çin tarihçilerinden Pang-Xuan-Ling M.S.329’da geçen bir olay vesilesiyle Hintli rahip Fo-Tu-Teng tarafından kehanet olarak söylenen iki mısra Hunca beyiti asıl telaffuzuna göre Çin karakteriyle yazıya geçirmiştir. Aynı zamanda Hun dili üzerinde çok önemli bilgi verecek mahiyette olan bu koşmanın telaffuzu ve anlamı hakkında P. Pelliot, B. Karelgren, E. G. Pulleyblank, K.Shiratori, G. J. Ramestedt, L. Bazin, A. Won Gabain, T. Tekin gibi birçok bilim adamları tarafından ciddi araştırmaların yapılmış olduğunu biliyoruz. Ama burada kendilerinin bu husustaki görüşlerini bir bir göstermeyi lüzumlu bulmuyoruz. Fakat P. Pelliot’un ileri sürdüğü görüşü dile getirmekle kifayet ederiz. Çünkü onun ileri sürdüğü görüş, kehanet olarak söylendiği cümlenin ifade tarzına uygun gelmektedir. Ona göre, “Su gi ti lay gen, Bu gu tura gan” şeklinde söylenen bu koşma “Ordu sefere geçti, Bugu tutsak edildi” anlamında gelmiştir.
Türk medeniyet tarihi ile ilgili kaynaklarda yine Avrupa Hunlarında piyes eserlerinin de ortaya çıktıkları dile getirilmektedir. 1932’ de Türkiye’de yayınlanan “tarih” adlı kitapta bu hususta söz açılmış ve şöyle yazılmıştır: “Batı’ya göç eden Hunlarda edebiyat, bilhassa tiyatro edebiyatı çok ileri gitmiştir. Pek çok piyesler ve sanatçılar ortaya çıkmıştır.
Dönemin kaynakları, Avrasya stepleri’nden geldiklerini ve Avrupa’da 4. yüzyılın sonlarında aniden ortaya çıktıklarını iddia etmektedir. Romalı yazarlar, Gotların topraklarına vahşi bir geyiği kovalarken ya da Kerç Boğazı’ndan Kırım’a giden ineklerinin peşinde koşarken girmiş olabileceklerini yazdılar. Jordanes, Gotların Hunları kötü ruhların ve cadıların soyundan gelen bir halk olarak gördüklerini belirtmiştir.
Yine Got Tarihçisi Jordanes’e göre, Attila’nın ölümü üzerine yapılmış çok büyük bir yuğ töreninde Hun şairleri sagu söylemiştir. Jordanes bunu şöyle anlatmaktadır “Attila’nın cenazesi kral sarayının önünde kurulan büyük bir ipek çadırda süslü bir katafalk üzerine konulmuştur. Yuğ türeni en seçkin Hun yiğitlerinin katıldığı savaş oyunlarıyla başlamıştır. Aynı zamanda Hun şairleri güzel bir sagu söylemişlerdir.” Jordanes bu saguda ifade edilen düşünce ve duyguları şöylece kaydetmektedir: “Hunların en büyük kralı, Muncuk’un oğlu, en cesur kavimlerin hükümdarı Attila, kendisinden önce hiç duyulmamış bir kuvvetle kendi başına Skitya ve Germania ülkelerine sahip olmuştur. O, birçok şehirler ele geçirmek suretiyle her iki Roma imparatorluğunu korkutmuş ve bunlar, başka yerler de onun eline geçmesin korkusuyla, onu ricalarla ve yıllık vergi ödemek suretiyle yatıştırmışlardır. Bütün bunları talihin özel bir lütfü ile yaptıktan sonra, düşmanların darbeleri altında veya kendi adamlarının hıyanetiyle değil düğün neşeleri içinde, kuvveti hiç bozulmamış olan milleti arasında, en ufak bir acı duymadan ölmüştür. Hiç kimsenin öç istemeyeceği bu ölümü kim ölüm sayabilir.” Çadırın etrafında bir daire teşkil eden Hun savaşçıları bu saguyu elemli sesleriyle tekrar ediyorlardı. Attila bundan sonra gömülmüştür.
M.S. 448’de Attila’nın başkentine giden Bizans elçilik heyeti üyelerinden ünlü tarihçi Priskos, eserinin bir yerinde büyük Hun hükümdarının elçilik heyeti şerefine verdiği ziyafeti tasvir ederken şunları anlatmaktadır: “Akşam olunca meşaleleri yakmışlardı. İki Hun içeri girip Attila’nın karşısında durdu ve kendi hazırladıkları destanlarla hükümdarının zafer ve cengâverliklerini terennüm etmişlerdi. Davetliler gözlerini onlara dikmiş ve bazıları destanlardan zevk almış, bazıları da savaşı hatırlayarak düşüncelere dalmışlardı.
Attila ve Hunlar, Batı’da birçok alana nüfuz etmişlerdir. Bu etki çok kapsamlı olup, olumlu ve olumsuz etkilerini günümüzde dahi görmek mümkündür. Macarlar tarafından bir kahraman olarak kabul edilen ve benimsenen Attila, bugün Macar çocuklarına isim olarak konulmaktadır. Oysa çoğu Avrupa halkları uyumayan veya yaramazlık yapan çocuklara sizler uyumazsanız, uslu durmazsanız sizi Attila ya vereceğim yanı sıra Attila sizi alıp götürecek gibi ürkütücü ve abartılı ifadeleri kullanarak çocuklarda kötü bir intiba uyandıran “korku eşittir Attila algısını” oluşturmuşlardır.
Diğer taraftan Attila, Cengiz Han’dan önce Hıristiyan dünyasına namsalmış bir güç olarak ün kazanmıştır. Ama nitekim bu durum olumsuz bir bakış açısına göre yansıtılmıştır. Hun, Germen ve Fransız efsanelerinde Attila tanrının bir cezası olarak aksettirilmekteydi.
Hunların ve destan edebiyatının, Avrupa milletlerinde destan edebiyatının doğmasına vesile olduğu kesinlikle kabul edilmektedir. Potanin isminde bir Rus âlimine göre: İslavların, Finlerin, Germenlerin ve Fransızların eski halk edebiyatındaki “Destanî= Epique” motiflerinin ilk numuneleri, Hunlar dâhil Türk ve Moğollara aittir. Merkezî Avrupa kavimlerinin vücuda getirdikleri destanı halk edebiyatının ilk esaslarını kurmak rolü bu suretle Attila’nın Hunlarına dönüktür. Hakikatte de Attila’nın ve Hunların, Avrupa’nın orta çağdaki destanî edebiyatı üzerinde tesirleri o kadar büyüktür ki Alman edebiyatının bazı tarihçileri onun Germen destanındaki ehemmiyetini Yunan destanındaki “Agamemnon”a benzetmektedirler.
Attila Destanı Batı Hun İmparatorluğu’nun hükümdarı, ismi dünyaca meşhur ordu komutanı, Kıpçak bozkırlarının evladı İdil (Attila) Bahadır’ın Avrupa’ya yaptığı seferleri tarihi bilgiler ile efsane ve hikâyeler temelinde anlatan bir destandır. İdil Bahadır’ın ismi o dönemde Latincede, daha açık bir ifadeyle, Roma İmparatorluğu’nun devlet dilinde Attila olarak yazılmıştır. Yine de onu her ülkede farklı adlandırırlar. Mesela, Attila’yı Almanların eski kahramanlık destanlarında “Etzel” ise, İspanyolcada Attila, İskandinavya halklarının dilinde “Atli”, Çincede “Etil”, Kazak destanlarında ise “Edil” olarak adlandırılır.
Birçok bilim insanı, “Attila” adının Doğu Cermen kökenli olduğunu iddia etmektedir; Gotça veya Gepidce “baba” anlamına gelen atta isminin sonuna, “-cık”, “-cik” e benzer bir küçültme eki olarak -ila eklenmesi ile Attaila (Küçük baba) isminin meydana geldiği söylenmektedir. Söz konusu etimoloji teorisi ilk olarak 19. yüzyılın başlarında Jacob ve Wilhelm Grimm kardeşler tarafından önerildi.
Bazı başka bilim insanları ise ismin kökeninin Türk dillerinden geldiği söylemiştir. Omeljan Pritsak, “Attila” adının *es (büyük, ulu) ve *til (deniz, okyanus) ifadelerinin sonuna, son ek /a/’nın gelmesi ile beraber oluşmuş birleşik başlık adı olduğunu öne sürdü. Vurgulu arka hece olan til, es ön ekini sertleştirdi ve böylece as halini aldı. Sonuç olarak “Okyanusal, evrensel hükümdar” anlamına gelen attíl- (<* etsíl <* es tíl) biçiminde tekil bir isim oluştuğunu söyledi. J. J. Mikkola ise ismin āt (nam, şöhret) kelimesinden geldiğini öne sürdü. Bir başka teoride ise H. Althof (1902), ismin Türkçedeki atlı süvari veya Türkçe at ve dil kelimeleri ile ilgili olabileceğini düşünmüştür. Maenchen-Helfen, Pritsak’ın teorisinin “dahice ama birçok nedenden ötürü kabul edilemez” olduğunu savunurken, Mikkola’nın önerisini “ciddiye alınamayacak kadar zorlama” olduğunu ifade etmiştir. M. Snaedal benzer şekilde, bu önerilerin hiçbirinin geniş çevrelerce kabul görmediğini belirtmiştir. Attila isminin kökeninin Türk dillerinden geldiğini söyleyen önerileri eleştiren Gerhard Doerfer, “Kral VI. George’un isminin kökeni Yunanca’dan, I. Süleyman’ın (Kanuni) ismi ise Arapça bir kökenden geliyor. Ancak bu onları ne Yunan ne de Arap yapmıyor. Dolayısıyla Attila’nın isminin Hun kökenli olmaması kabul edilebilir.” diyerek konu hakkındaki görüşünü açıklamıştır.
1. yüzyılda Doğu Avrupa önlerinde görülmeleriyle dikkatleri çeken, ani hareketleri yüksek dağlardan esen kasırgaya benzetilen Hunların tarihsel kökeni klasik ve modern devir vakayiname yazarlarını uzun bir süre meşgul etmiştir. Öncelikle Klasik, Bizans, Latin ve Ermeni tarihçileri Hunları (Theodoretos, Sidonius, Priskos gibi birçok tarihçi) “İskit” olarak tanımlarken; Suriye kaynakları, bazen “Ostrogotlar” adı altın tanımlamış; daha sonra Grek ve Latin kaynakları ise, kendilerinden olmayan ya da Grek kültürünü paylaşmayanları “Barbar” olarak nitelendirmiş ve özellikle bu ifadeyi de İskit adı altında kullanmışlardır. Tüm bunlarla birlikte Herodotos’a, kayıtlı metinler İskitleri barbar göstererek, onları Eskiçağ toplumlarının felaketi saydıkları gibi, menşeilerine dair efsaneler de oluşturmuşlardır. Bu efsanelerle birlikte Hunlar’ın isimleri antik belgelerde hiç geçmese de, genellikle Maeotik bataklıklarının arkasında donmuş halde bulunan okyanusun yanındaki bölge de yaşadıkları belirtilmiş; ayrıca burada vahşetin her türlüsünü işledikleri ifade edilmiştir. Diğer taraftan bu konuyla ilgilenen vakayiname yazarı Ammianus ise, Hunlar’ın kökenini Asya’nın derinliklerin de aramaya kalkışmamıştır. Ayrıca onları vahşet konusunda çok uzun zaman önce yaşamış olan diğer barbarlar ile de kıyaslamamıştır. Nitekim Ammianus, Romalı olmayanların (yani barbarların), Romalıların erdemlerine sahip olamayacağı felsefesinden hareketle böylesine bir görüşe varmış olmalıdır.
Attila destanının bize sadece konu akışı ile bazı fragmanları ulaştı. Açıkça ifade etmek gerekirse, Attila destanının konusu temelinde Orta Çağda tekrar yazılmış iki şiir korunmuştur. Biri, halen Alman ve İskandinavya halklarının kahramanlık destanı olarak kabul edilen Niebelungen destanı ve ikincisi Güçlü Elli Waltharius olarak adlandırılan Almanca destanıdır. Bu destanları okuduğumuzda, ikisini de Kıpçakların yazdığına şüphe getirmezsiniz. Çünkü, burada yazarlar Kıpçakların örf adet, hayat tarzları, iç dünyaları ve psikolojilerini ayrıntılarıyla bilerek yazmışlardır.
Kavimler Göçü başladığı sırada Roma İmparatorluğu sürekli olarak dini mücadelelerle boğuşurken, sık sık yaşanan iç karışıklıklar, ayaklanmalar ve Sasanilerle şiddetli mücadeleler neticesinde ordunun gücü de gitgide zayıflamıştır. İmparatorluğun bu mücadeleler nedeniyle askeri alanda büyük harcamalar yapması ekonomik alanda da sıkıntılara neden olmuştur. Halkına ağır vergiler yüklemek zorunda kalan imparatorluk, içeride karmaşaya neden olan büyük bir kısır döngü içerisine girmiştir. Dolayısıyla Roma İmparatorluğu bu sırada siyasi, ekonomik, askeri, dini ve birçok sebepten dolayı zaten zayıf bir durumda iken, Sasaniler gibi güçlü bir düşmanın yanı sıra kuzey ve batı sınırlarında Kavimler Göçü ile gelen saldırılarla da uğraşmak zorunda kalmıştır. Birçok cephede birden savaşmak zorunda kalan Roma İmparatorluğu’nun aldığı tedbirler ise onu kurtarmaya yetmemiştir.
Bununla birlikte Attila hakkında yazılan başka da eserlerin vardır. Mesela, Attila Destanları ve Attila Sözü isimli iki destanı söyleyebiliriz. Bu destanların durumu öbürlerinden farklıdır. Çünkü, bunları Kıpçakların yazmadığı apaçık anlaşılıyor. Bu iki destanı da kuzey Almanya topraklarından çıkmış yazarların yazdığı da şüphe götürmemektedir. Burada Attila çok zalim bir komutan olarak tasvir edilmektedir. Bu ikisinde de Attila, Avrupa psikolojisine uygun olarak, korkunç zulümlerle düşmanlarını öldürmektedir. O bazen düşmanının göğsünü yarıp yüreğini kesip alıyorsa, bazen de onları yılanlar dolusu çukurlara atar. Acımasızlık bozkır insanın geleneklerinde olmayan bir olgudur. Hunlar düşmanını hemen öldürür. Bunun için ona kılıç ve hançer yeterli olmaktadır.
Niebelungen destanı 1200 senelerinde yazılmıştır. Bu destan tarihsel açıdan ana fikri olarak Burgund Krallığı’nın yıkılmasını almıştır. Bu destanda bir değil, iki konunun bulunduğunu söyleyebiliriz. Birincisi destanın yazıldığı tarihte, yani XII. yüzyıldaki feodal ve derebeylik döneminin Almanya tarihini tasvir etse, ikincisi ise örtülü olarak ifade edilen V. yüzyıldaki Hunların hayatını konu edinmektedir. Burgund Krallığı’nın debdebesi, eğlenceleri ve derebeylik gelenekleri methedilerek anlatılıyor. Saraydaki beylerin içinde gözüpek ve çok merhametli genç Siegfried ve onun güzel sevgilisi Kriemhild büyük bir sempatiyle manzum olarak anlatılır. Ancak onların kaderleri çok acıklıdır. Çünkü, destanda başkalarının mutluluğunu yok etmeye çalışan Günther, Brunhild ve Hagen gibi art niyetli zalim kişiler vardır. Destanda birbirlerini seven iki gencin acıklı ölümü tüm Almanya tarihinin trajedisi olarak tasvir edilir. Kızın ağabeyleri Hagen ile Günther gizlice anlaşarak Siegfried’i öldürürler. Kriemhild dul kalır ve on üç yıl boyunca yas tutar. Ağabeyleri onu Hunların Hükümdarı Etzel’e (Attila) vermek isterler. Kız başlangıçta kabul etmek istemez. Sonunda onu zoraki uzaktaki ülkeye, yani Hunlar’a baş göz ederler. Aradan on üç yıl geçtikten sonra Attila’nın hanımı Kriemhild kendi ağabeylerini misafirliğe davet eder.
Peyami Safa’nın 1946’lı yıllarda kaleme aldığı “Attilâ” romanı da hak ettiği ilgiyi görmemiş ve nazarları yeterince Attilâ ve Hunlara çevirememiştir. Marcel Brion’nın 1931 yılında yazdığı Attila romanı, Atatürk’ün beğenisini kazanır. Bu durum, Atatürk’ün Attila’ya özel ilgi ve hayranlığının bir göstergesidir, Atatürk, büyük bir hükümdar, büyük bir stratejist olan Attila’yı hep takdir etmiştir. Peyami Safa Atatürk’ün Attila’ya olan bu teveccühünden dolayı romanını kaleme almış olabilir Bu çalışma dışında, Türk edebiyat tarihi olarak daha külliyetli bir çalışma yapılmamıştır.
Yorum yaz