Film incelemeleri

Kayboluşun İki Yüzü: Spoorloos (1988) ve The Vanishing (1993)

Paylaş
Spoorloos/The Vanishing
Paylaş

Avrupa sinemasının unutulmaz gerilim filmi Spoorloos ve Amerikanlaştırılmış uyarlaması The Vanishing’in anlatı ve atmosfer bakımından incelemesi.


George Sluizer’in, Tim Krabbé’nin Altın Yumurta (1984) adlı romanından uyarladığı 1988 yapımı “Spoorloos” (The Vanishing), hala psikolojik gerilim türünün en sarsıcı örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Stanley Kubrick’in hakkında “Gördüğüm en korkutucu filmdi ve hâlâ da öyle. İzleyin, sonra karanlıkta içinizden yükselen o merakı susturabilecek misiniz, kendiniz karar verin” dediği Spoorloos, hem hikayesi hem de işlenişi ile izleyiciyi derin bir merak içinde bırakıyor. Eğer henüz izlemediyseniz filmden klasik korku ve gerilim filmleri gibi olağanüstü varlıklar ya da klasik jumpscare sahneleri beklemeyin. Spoorloos, asıl dehşeti insan zihninin karanlık köşelerinde ararken kaybolma temasını oldukça gerçekçi ve ürpertici biçimde işliyor. Kubrick’in hakkında bu kadar “korkutucu” olarak konuşmasının sebebi de tam olarak bu gerçeklik.

Hollanda-Fransa ortak yapımı ilk film, Hollandalı çift Rex ve Saskia’nın, arabalarıyla Fransa’ya tatile giderken bir benzin istasyonunda Saskia’nın ortadan kaybolmasıyla başlayıp, Rex’in üç yıl süren yıkıcı arayışı ile devam ediyor. Hikâye, Raymond Lemorne’un titizlikle işlediği “mükemmel suçu” ile Rex’in obsesif merakının çarpışmasıyla gerilim ve seyir zevikini üst noktaya taşıyor. Sonuç olarak ortaya izleyiciyi çarpıcı bir gerçeklikle baş başa bırakan katmanlı bir psikolojik gerilim çıkıyor.  

Ancak beş yıl sonra aynı yönetmenin çektiği 1993 Amerikan uyarlaması, bu derinliği ve karanlığı romantik‑kriminal bir hayat kurtarma masalına çeviriyor. “Mutlu son” vaadiyle daha seyirci dostu olduğu iddia edilse de bu versiyon sarsıcılığını yitirmekle beraber asıl “gerilim” amacını da ortadan kaldırıyor.

SPOORLOOS (1988)

Sluizer’in ilk versiyonunda, Raymond Lemorne sıradan, hatta ilgili ve mutlu bir aile babası olmasının yanında insanın sınırlarını test etme takıntısıyla etik bir deneye girişen bir anti-kahraman. Onun zihninin içine sızdıkça yarattığı karakterin gerçekliği karşısında seyircinin tüyleri ürperiyor.

Öteki taraftan Rex’in Saskia’ya ne olduğunu öğrenme arzusu, yaşama içgüdüsünün önüne geçiyor. Final sahnesinde görüyoruz ki ortada klasik anlamda bir çözülme yerine izleyiciyi karanlıkta bırakıp zihninde yankılanan sorularla baş başa bırakma amacı güdülmüş.

Spoorloos, suçluyu daha baştan göstererek Hitchcockvari bir “nasıl?” gerilimi sunuyor. Klasik gerilimler gibi merak uyandırdığı nokta bir gizemi çözmek ya da suçluyu bulmak değil. Kişilerin zihinlerinin yansımasını çıplak bir şekilde görmek mümkün. Filmin zamanda sıçramaları ve Raymond’un iç dünyasına yapılan yolculuk, izleyiciyi aktif bir katılımcı haline getirdiği için dikkatinizi kolay kolay filmden alamıyorsunuz.

THE VANISHING (1993)

Filmin 1993 yapımı uyarlamasında psikolojik gerilimden çok romantik-gerilim görüyoruz. Raymond’un yerini alan Barney karakteri (Jeff Bridges), entelektüel bir sosyopat değil, karikatürize bir kötü adam. Aksanı ve davranışlarıyla izleyiciyi dehşete düşürmek yerine sinirlendiriyor diyebiliriz… Jeff’in (Kiefer Sutherland) Diane’den (Sandra Bullock) sonraki yeni sevgilisi Rita’nın (Nancy Travis) hikâyeye dahil olması ve finalde Jeff’i kurtarması filmin temel amacını ve dengesini değiştiriyor. Artık mesele obsesif meraktan çıkarak bir aşkın kurtarılma mücadelesine dönüşüyor.

Film kronolojik kurguya bağlı kalarak, orijinal filmdeki derinliği ve gizem katmanlarını yok ederken Raymond’un motivasyonları ve yöntemleri baştan ortaya serildiği için izleyici artık ne olacağını değil ne zaman olacağını düşünmeye başlıyor. Bu da gerilim unsurunun etkisini önemli ölçüde azaltmanın yanında seyircinin dikkatini tamamen filmde tutmasını zorlaştırıyor.

KARAKTER DERİNLİĞİ DERİNLİĞİ VE TEMATİK YOĞUNLUK 

1988 yapımındaki Raymond karakteri sessiz, planlı ve soğukkanlı. Bunun yanında klasik “kötü adam” da değil. Bir yandan sıradan, ilgili baba ve eş görevlerini yerine getirirken, aynı zamanda ne kadar soğukkanlı bir planı kusursuzca işlediğine şahit olabiliyorsunuz. Bu yüzden izleyici, onun etik deneyine istemeden de olsa ortak olarak gerilimi en derinden hissediyor. 1993 yapımındaki Barney karakteri ise aşırı teatral, tuhaf aksanlı ve en önemlisi de yüzeysel. Bu da 1988 yapımıyla arasındaki en büyük fark olarak izleyiciyi düşündürmekten çok olaylara tanıklık etmeye itiyor.

Öte yandan 1988 yapımındaki Rex karakteri içindeki merak duygusunun korkunun önüne geçtiği,  kendi mezarına yürümeyi göze alan bir adam. Saskia’yı aramaktan vazgeçmemesi ve olaya duyduğu obsesyon sebebiyle hayatına devam edememiş, sonraki sevgilisiyle de bu obsesyon sebebiyle ilişkisini devam ettirememiş durumda. 1993 yapımındaki Jeff ise sevgilisi tarafından kurtarılan bir kurban. Yaşadığı olaya obsesyon geliştirmiş bir karakter olmaktan ziyade, aşkın galip geldiği tarafta yer alıyor.

NEDEN SPOORLOOS (1988) DAHA ETKİLEYİCİ?

Eleştirmenlere göre Saskia’nın ortadan kaybolmasından önce yaptıkları sıradan yolculuk ve çiftin yaşadıkları sıradan tartışmalar, kurmaca hissi yerine gerçeklik hissini çok güzel yansıtıyor. Film, seyirciyi Raymond’un titiz metodolojisine ortak ederek, mükemmel aile babasının karanlık tarafını çok başarılı bir şekilde işliyor. Ayrıca Rex’in kendi sonunu kabul etmesi ve içindeki merak duygusunun korkuyu yenmesini ekranlara yansıtmak cesaret gerektiriyor. Bu güzel ayrıntılar iki filmi de izlemiş seyircinin de farkedebileceği, gerçeklik hissini büyük oranda etkileyen unsurlar. Yani Spoorloos aslında seyirciye ne beklediğini vermek yerine “ne beklemesi gerektiğini” öğretiyor. Bu gerçekliği vermekte başarıya ulaşarak başka unsurlar katmadan izleyeni dehşete düşürebiliyor.

1993 yapımı The Vanishing ise korkunun köşelerini törpüleyip seyirciye güvenli bir ortam sunuyor. Sluizer’in aynı hikâyeyi iki farklı kültürel kalıba uyarlaması yanlış değil, fakat bir psikolojik gerilimden beklenilmesi gereken korku ve merak hislerinin yerini daha çok melodrama bırakmış gibi görünüyor.

Paylaş
Yazar:
Hazal Ekin Yılmaz -

Hazal Ekin Yılmaz, ODTÜ Yabancı Diller Eğitimi bölümünden 2023 yılında mezun oldu. Eğitimi boyunca dilin yapısı, işleyişi ve kullanımına olan ilgisi derinleşerek evrildi. Şu anda Dilbilim alanında yüksek lisans yaparken eğitim, dil ve teknoloji kesişiminde hem sorgulamaya hem de üretmeye devam ediyor.

Yorum yaz

Bir yanıt yazın

İlgili içerikler
Film incelemeleriİncelemeler

Sessizlikte büyüyen aşk | “In the Mood for Love” film incelemesi

Wong Kar-wai’nin sineması, arzunun değil bekleyişin, temasın değil mesafenin kaydını tutar. In...

Film incelemeleriİncelemelerSinema ve Dizi

“Ohana Yeniden” | Lilo & Stitch film incelemesi

Bir Tatlı Kaos Olarak Lilo & Stitch (2025) Üzerine Kendinizi şöyle bir...

Film incelemeleri

Ara Güler’in hayatı “Hello” filmiyle beyaz perdede

Türkiye ve Ermenistan ortak yapımı olan biyografik film, iki ülke arasında kültürel...

Film incelemeleri

Jurassic World: Rebirth fragmanı yayında

Yeni nesil dinozorlar ve dehşet dolu maceralar, Jurassic World evrenine bambaşka bir...