Mağaradaki Zihin: Tarih Öncesi Dil

MAĞARADAKİ ZİHİN: TARİH ÖNCESİ DİL

Nedense ülkemizde dil üzerine konuşmak için dil uzmanı olmaya gerek yokmuş gibi bir algı var. Sık sık duyduğumuz “Gençler dili bozuyor.” sitemini hatırlamak ve çocukları ve gençleri, dilbilgisi bir yana, imlaya sıkıştırmanın onların bu yaratıcılık süreçlerini nasıl etkilediğine kafa yormak gerekiyor. İtibar kavramının merkezine Osmanlı döneminde önce Arapçanın sonra Fransızcanın, günümüzde ise İngilizcenin oturtulmasında dil yasalarından çok toplumbilim ve ruhbilim  yasalarının işlediği  çok  açıktır.

İnsan ama kime İnsan diyelim, yalnızca  konuşabilenler  mi  insandır?  İyi ama kimdi bu ilk konuşanlar?  Neandertaller  konuşabiliyor  muydu?  Dil ama dilden neyi  anlıyoruz,  jestlerle  ve  işaretlerle  ve  konuşmaksızın  anlaşmak da dil midir? Dil yalnızca iletişim kurmak için mi vardır, öyle ise iletişim kuran hayvanları veya insanın diğer iletişim yollarını nereye oturtmak gerekir? Yoksa dil bilgi üretmek, bilgi aktarmak, mitleri ve mecazları  yaratmak için mi vardır, kısacası dil “kültür” yani  “biriktirilen bilgi” yine de dili üretir miydi?  Başka  bir  deyişle, dil  aslında  toplumsal örgütlenmenin  ve  işbirliğinin  mi  bir  ürünüdür? İlk-dil, kök-dil, çekirdek-dil var mıydı,  varsa  bu kök-dili bugün kimlerde bulabiliriz? Günümüzde hâlâ var olmaya devam eden avcı-toplayıcılar ilk dil için model olabilirler mi? Dil bir içgüdü müdür? Dil aileleri mi yoksa  aynı coğrafyayı  paylaşan  farklı  grupların  dillerinin  birbirine zamanla  benzemeye başlamasıyla ortaya çıkan dil birliği mi demek daha doğru  olur?

Lascaux, Chauvet ve Altamira gibi mağaraların duvarlarında bulunan hayvan resimleri ve semboller bize geçmiş dönem insanlarının zihinleri hakkında ne söyler? Picasso;  Lascaux mağarasının resimlerini ilk gördüğünde, “On yedi  bin yıldır yeni hiçbir şey öğrenmemişiz” demiştir. “Dilin şafağı, İngold’un  bisikletine benzer. İnsanların sürmeye hazır olduğu bir şey olarak vücut bulmuştur: Ne tamamen içgüdü ne de tamamen icattır, ikisinden de bir şeyler barındırır.”

İnsanlar tarihimizin yüzde doksanında “avcı-toplayıcı” olarak yaşadılar ve birbirleriyle konuşuyorlardı. Konuştukları dilin kökenine ve evrimine ilişkin elimizde dolaysız bir kanıt mevcut değil; hatta ilk insanların konuşma ya da işaret dili var mıydı, bilmiyoruz. Bu zorluğun farkında olan antropolog Alan Barnard, çevremizde var olanlardan hareketle dile ilişkin geçmişimizi önemli ölçüde anlayabileceğimizi ileri sürüyor. Dünyanın pek çok yerinde hâlâ avcı-toplayıcılar yaşıyor; bu topluluklar, konuşma tarzlarını, dillerini, dillerden ne amaçla yararlandıklarını araştırmamız bakımından büyük önem taşıyorlar. Olağanüstü geniş kelime dağarcıkları var ve dilbilgisi açısından hayli karmaşık, gelişkin bir dile sahipler.

Ortak bir ata dilden ziyade, birden fazla yerde, birden fazla dilin, önce belirli ses ve jestlerin kullanıldığı ön dil, sonra kelimelerin icat edildiği kök dil ve son olarak söz diziminin kullanıldığı dile evirilmesi ile ortaya çıkma ihtimalinin yüksek olduğu vurgulanmaktadır. Aynı zaman da benzer gen yapısına sahip diğer canlılarda solunum işlevi gören FOXP2 gen mutasyonunun insan türünde diğer bilinmeyen başka mutasyonlarla beraber konuşma teknolojisini tesis ettiği belirlenmiştir. Jestlerden konuşmaya dönüşme serüveninin ise, ses kullanımının daha düşük enerji ile daha fazla kombinasyona olanak vermesi nedeni olduğu iddia edilmektedir. Bu süreçte, avcı toplayıcıların peşin ekonomiye bağlı avlanma ve toplama sistemi, onların modern şehirli insandan daha fazla boş vakte sahip olmasına ve bu boş vakitlerin mit tarzı hikayeleri anlatma ve paylaşmasına neden oluyordu. Böylelikle dil öngörülemeyen kırma yapılar ve kurallar ile kendi seyrine devam ediyor, bir yandan insan onu geliştirirken o da insanı bilhassa düşünmeyi geliştiriyordu.

Erken insanlar 40.000 yıl kadar önce mağaralara hayvan resimleri yapmak için derin oyuklar açarken aynı zamanda kıtalar boyunca ve kıtalar arasında dikkate değer biçimde uyuşan bir işaret sistemi de geliştirmişti. Paleolitik sanatı inceleyenlerin gözüne çarpan ilk unsurlardan biri tutarlılıktır… Resimler belki de belli bir alfabesi olan ve geçmiş hikayelerin anlatıldığı gizli yazıtlardı. Kimileri için izlenmesi tutkuya dönüşmüş bir sanat, kimileri için ise arkasında derin anlamları olan ve birçok şeyi anlatan mitoloji. Üst Paleolitik Çağ’ın mağara resimleri ve gravürlerinin büyük çoğunluğunun konusu hayvanlardır. Bu resimlerde insanların bulunmaması ya da pek az görülmesi, insana topluluğa değil, doğaya yönelik ya da doğanın etkisi altında olan bir yaşayışın ve düşünüşün işaretidir.

En erken yazı sistemlerinin MÖ 3400 dolaylarında Sümerler tarafından geliştirildiği hepimizin kafasında yer etmiş bir bilgi. Şu ana kadar ele geçirilen arkeolojik bulgular bu teoriyi destekliyor. Ancak, en erken yazı sistemlerinin 5.000 yıllık çivi yazısı tabletlerden binlerce yıl eskiye dayanıyor olabileceği de ihtimaller arasında. Tüm dünyada mağara duvarlarına kazınmış sembollerin ve el izlerinin incelenmesi nihayetinde bizi, Sümerler bir ışık yakana kadar karanlıklar içinde kalan tarihin güçlü anlatımını terk etmeye itti. Dünyanın farklı yerlerindeki mağaraların duvarlarına kazınmış sembollerin birbirlerine benzerliği basit karalamalardan fazlası olabileceğini gösteriyor.

Bir süreliğine kuşkuya neden olan mağara resimleri daha sonra paleolitik avcı-toplayıcı yaşamın imgesel karşılığı olan bir sanat olarak kabul edilmiştir. Altamira’da, Lascaux’da Homo Sapiens’in bilinen ilk soyut düşüncelerini görebilmekteyiz. Paleolitik sanata ait ilk eserler, antropomorfizmin 40.000 yıl önceki kültürel patlamaya kadar uzandığını göstermektedir. Acaba prehistorik insan da günümüz avcıları gibi kendilerini bir arada tutan geçmişlerini görmek ve hafıza tazelemek için mi toplanıyorlardı? Prehistorik insan için sembolizmin sosyal hayata direk yardımcı olması planlanan bir kurum ya da olgu olmadığı düşünülebilir. Sembol kullanma yeteneği insanın sanat yapabilmesini ve diller geliştirebilmesini sağladı.

Anadolu’ya gelirsek Paleolitik Çağı temsil eden önemli yerleşimler Antalya Karain ve İstanbul Yarım Burgaz Mağaralarıdır. Türkiye’de modern anlamda mağara kazısı denilince akla gelecek ilk yer Karain Mağarasıdır. Karain Mağarası’nın duvarlarında yer alan adak kitabeleri Şahin tarafından yayınlanmış ve mağaranın Geç Roma döneminde bir dağ tanrıçasına tapınma yeri olarak kullanıldığı anlaşılmıştır. Türkiye’nin fosil insanlarına ilişkin kanıtlar sunan tek mağara yerleşimi olması nedeniyle de Karain mağarasının özel bir ayrıcalığı vardır.

A harfinin öküz başı, B harfinin ev, C ve G harfinin bumerang, D harfinin kapı, E harfinin bağıran adam, FYUVW harflerinin kanca, Z harfinin ok, H harfinin düğümlenmiş ip, I harfinin kol, K harfinin el, L harfinin değnek, M harfinin su dalgası, N harfinin yılan, O harfinin göz, P harfinin ağız, Q harfinin maymun, R harfinin kafa, S harfinin diş, T harfinin çarpı işareti, X harfinin balık şeklinden türediğini düşünürsek mağara resimleri bunların ilkel halleri olabilir miydi?

Arkeolojinin hesaplaşmak zorunda olduğu bir kavram da felsefeden gelir. ‘İlkel insan’ ifadesi ilk defa 17’nci yüzyılda, felsefi bağlamda ortaya çıkar. John Locke, Descartes’ın ‘doğuştan ideler’ fikrini eleştirirken, “(matematik bilgisi) insan zihninde eğer doğuştan bulunuyor olsa idi, ilkel insanların da bu bilgiye sahip olması gerekirdi” der. Locke, ‘ilkel insan’ ifadesini ‘ilkel zihniyet’ anlamında kullanıyordu ve kastettiği Amerikan yerlileri idi.

Williams, 19 ve 20’nci yüzyılın bilim ve felsefedeki belli başlı bütün yöntemsel akımlarına referansta bulunarak hem arkeolojinin iki yüzyıllık tarihini irdelemekte hem de üst paleolitik (geç yontma taş) döneminin imge yaratıcılarının sanatlarını araştırmakta ve paleolitik dönemden kalma ünlü Gabiiou ve Lascaux mağaralarını olağanüstü bir şekilde analiz etmektedir. Williams’a göre, Amerikalı fizikçi Willard F. Libby’nin radyoaktif karbon (14C) tarihleme tekniğini keşfetmiş olması, arkeolojinin tarihi için bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Ona göre, Libby, doğal bir saat keşfetmiştir. Bu keşifle paleolitik çağda insanların sanat yaratmaya başladığı dönemin, günümüzden 45 bin ile 10 bin yıl öncesi arasında sürdüğünü ortaya koymaktadır. Williams, “Sanatın değil, imge yaratıcılarının kökenini araştırıyorum” der, sanat kavramı gibi tanımlanması olanaksız felsefi bir kavramın doğuşunu değil. Ona göre, ‘sanat’ olarak adlandırılan, sınırları belirsiz, değişken kavram ilk imge yaratıcılarından sonra ortaya çıkmıştır. Böylece Williams, arkeolojik verilerin anlamını görebilmeyi engelleyen bir sorundan daha söz etmiş olur.

Lewis-Williams ilk yaptığı argüman temelini oluşturacak fikirlerin bazı yayınlanan Mağarada Aklın 1988 yılında akademik makale Fellow: “Üst Paleolitik Sanatı içinde Entoptic Olayları Tüm Zaman Alametleri” başlıklı Thomas Dowson birlikte yazdığı arkeolog Robert J. Wallis sonra kaya sanatı araştırmalarında “en tartışmalı belgelerden biri” olarak nitelemeye olacaktır.

Dilbilgisinin  icadı  muhtemelen  hızlıydı;  gruplar  birbirine  temas  ettikçe,  gruplar  arası  evlilikler  arttıkça, diller evrimleşip birbirine karıştıkça dilbilgisi kategorileri de tekrar  tekrar  değişip  yenilendi. Homo sapiens gibi muhtemelen Homo neanderthalensis de  konuşabiliyordu, Homo heidelbergensis’in ve Homo denisova’nın da konuşuyor  olması  muhtemeldir.  Yani  iletişimin  sese  dökülmesi  bundan 350.000  yıl  öncesinden  de  başlamış  olabilir. Ama  bu diller yine muhtemeldir ki  modern  insanın konuştuğu dillere benzer  diller değildi.

Diller neredeyse en başta harmanlanmış bir görünümdeydi. Kırma bir dil icat  edilir,  bu  çocukların  dili  olur,  hızla  kırma  anadile  dönüşür,  yayılır, evrimleşir, yeniden harmanlanır. Dillerin dil bilgisel karmaşıklığı elde etmesi  yavaş  olabilir,  hızlı  olabilir,  ama  süreklidir.  Bir  ilk-dil var idiyse bile  buna çok  kısa  zamanda  başka  diller  eşlik  etmiştir.  İlkel avcı-toplayıcı  gruplarda çokdillilik bir normdu. Homo  neanderthalensis’in beyni Homo sapiens’ten büyüktü,  bu  bakımdan  muhtemelen onlar da çok dilliydi.

Dil  evrensellerini baz alırsak,  dil  modern  insanlar dünyaya  yayılmasından  önce  ortaya  çıktı. Homo sapiens doğu veya güney Afrika’da çoğaldı ve buradan  yayıldı, hem  de diliyle birlikte. Yayılmaya başladığında zaten bir dili vardı. Maddi kültürün gelişmesi  ve  simgesel  kültür  birikiminin yeni kuşaklara aktarılmasıyla birlikte teknolojik karmaşıklık da arttı. Mitoloji  insanın yerleştiği  her  yerde var,  hatta  çoğunlukla ortak.  Mitlerin  dolambaçlı  ve  “olağanüstü”  yanı  insan  olmanın  bir parçası. İnsanlar mitler aracılığıyla düşündü ve düşünme işini Orta Taş Çağı’nda simgesel kültürü yaratmasıyla yaptı. Mit, simgecilik,  sanat, din  ve  daha  birçok  şey  dili  yaratmıştır.

Barnard’a  göre  mitoloji  dilin  kökeni  arayışlarında  iyi  bir başlangıç  noktasıdır  ve  mitoloji  ve  sosyal  antropoloji  alanı birbirlerinden  katkı  alırlar. Barnard, sıklıkla  dilin  onunla oyunlar oynayarak  değiştiğini, dil oyunlarını  da  en  çok  çocukların  yaptığını  vurguluyor.

Tarih öncesi resim için; Burkitt’in de ileri sürdüğü gibi; “çizim tekniği ve renklendirmenin öğrenildiği bir okul bile olmalıydı” düşüncesi geçerliliğini her zaman koruyan bir görüştür. Bu dönem resmi için, iki farklı antropolog görüşü söz konusudur. Birinci görüş, mağara resimlerinin bütünüyle amaçsız, avcıların boş vakitlerini geçirmek için yaptıklarını savunur; resimlerin estetik değeri ve canlılığını açıklarken, bu tasvirlerin, ilkel insanın zihninde yer alan avlanmış hayvanların imajları olduğuna dikkat çeker. Söz konusu resimlerde büyüsel bir anlam arayan bir başka grup antropolog görüşü ise; sıkıntılı mağara ortamından bıktıkları için, insanların bu resimleri yaptığına inanır. Mağara resimlerinde bilinçsizce bulunan bir form, daha sonra bilinçli bir yaratım sürecine sokulmak istenmiştir. Çizgiler arasına kazandırılan net imajlar, mağara insanının sağlam bir grafik tasviri yolu bulmasına kadar gitmiştir. Gerçekte bu oluşum, görsel bir incelemeden çok nesnelerce elde edilmiş ruhsal izlenimlerle ilgilidir. Burada sanat kuramına tutarlı bir katkı da gelmiş olmaktadır. Zihin yapısı, bilinçsiz bir göze göre daha etkili bir gözlemcidir. Mağara resimlerinde hayvan figürlerinin çoğu, çizim bittikten hemen sonra kabartma şekline sokulup tamamlanmıştır.

Sonuç olarak; tarih öncesinin mağara dönemi insanı, insan siluetlerini, mağara duvarlarına, kayaların yüzeylerine, yaşamlarındaki bütün olan biteni anlatan kompozisyonlar kapsamında çizmeye başlıyor; bazen de bu şematik desenleri renklendiriyordu. Bu kompozisyonlar, yabani hayvanları, av sahnelerini, kısaca insanın yaşamında karşılaştığı ve aklında kalan her şeyi, hem de çok gerçekçi bir biçimde betimliyordu. Yapıtların konusu gibi yapılış biçimleri de toplum yaşamınca koşullandırılıyordu; bir başka deyişle meydana gelen resimler, doğal çevrenin, insanca ne ölçüde kavranabildiğini yansıtıyordu. Böylece, resim, tarihinin bu başlangıç döneminde, çevredeki sahnelerin özel bir biçimde yeniden oluşturulmasından, kopya edilmesinden başka bir şey de olmamıştır.

Semih Ertürk
Semih Ertürk
Articles: 34

Leave a Reply