Dünya ve Hastalıklı Toplumlar

Dünya ve Hastalıklı Toplumlar

Kendi toplumumuz dahil bütün toplumlarda bir kültürün barındırdığı gelenek ve görenekler genelde eleştiriden uzaktır. İnsanlar kültürleri karşılaştırmayı sevmezler çünkü bir kültür var olmuşsa ve olmaya da devam ediyorsa, bu kültürün barındırdığı gelenek ve görenekler oturmuştur, köklüdür ve insanlar memnundur diye düşünülür. İşte bu noktada Robert Edgerton devreye giriyor ve antropolojide kültürel görecelik olarak yerleşmiş bu kavrama karşı çıkıyor. Kültürler değerlendirilebilir mi? Toplumlar patolojik olarak nitelenebilir mi? Yani bir topluma hasta gibi sıfatlar kullanılabilir mi? o Bize şunu diyor: “Tüm toplumlar hastadır ancak bazı toplumlar daha hastadır.” Orwell’in ünlü hayvanların eşitliği nüktesine yapılan bu gön­der e, bir toplumun insan sağlığı ve mutluluğunu diğer top­lumlara göre daha fazla tehdit eden geleneksel inanç ve uygula­maların varlığına dikkat çekmektedir.

Toplumlarda temel geçim kaynakları dışında bir şeyin neden yapıldığını veya bu şeye neden inanıldığını açıklayabilen “bu bizim geleneğimiz” ya da “biz bunu hep yapıyorduk” demekten başka açıklama yapılamayan binlercesi vardır. Mantıklı olmayan inançlar, bazen birçok toplumdaki ekonomik uygulamaların verimliliğini azaltabilmektedir. Çok iyi bildiğimiz üzere birçok devlet, halkının çoğunu sadece sömürmek ve görmezden gelmekle kalmamış aynı zamanda halkın yaşadığı fiziksel çevreyi kirletmiş ve bozmuştur. Dünyadaki en ilkelinden en medeni sayılan toplumlarına kadar büyük bir bölümünde kadınların davranışları erkekler tarafından kontrol edilmektedir. Kadınlar, erkekler tarafından ruhsal ahlaki ve zeka açısından aşağılık olarak görülmektedir ve din ve siyasal gücün eşit uygulanmasından hariç tutulmaktadır. Çıkar, her türlü erdemi ve ahlaksızlığı harekete geçirir. Etkisiz veya gerçekte zararlı inanç ve uygulamalar, insanlar değişime kapalı olduğu için kalıcı hale gelir.

Bazı toplumlar geleceğin geçmişin aynası olacağı inancıyla ekonomik ve siyasal değişimleri göz ardı etmektedir. İnsanların, devlet tarafından görmezlikten gelinme, ırkçılık, rüşvet, etnik, dinsel ve siyasal çekişme, ekonomik istismar, sos­yal, kültürel ve çevresel baskıların diğer türleri arasında bahtsız birer kurban olduğunu da bilmekteyiz. Azınlığın zenginliği için çoğunluğun harcanması, insanlığın bitmeyen kanseridir. İnsanların hayat koşullarından ya da kültürlerinin veyahut sosyal kurumlarının belli yönlerinden memnun olmaması kayıtsızlık, düşmanlık, hoşnutsuzluk, sözlü itiraz ve açık isyan haline dönüşebilir. İmparatorlukları bitiren, Musa’nın Firavun’a karşı gelmesini sağlayan, Tanrı kralları yok eden, Fransız İhtilali’ni tetikleyen, insanları kurtuluş savaşlarına sürekleyen, Almanya’nın dünya savaşı çıkarmasını sağlayan şey de tam olarak buydu.

Robert B. Edgerton’a göre, antropologların belki bu düşüncelerinden, belki de inceledikleri toplumla geçirdikleri birlikteliklere vefa borcundan; belki de hissettikleri yakınlıktan veya bu konudaki beklentilerinden kaynaklı olabilecek bazı noktalar gözden kaçırılabilmekte ya da çarpıtılmaktadır. Bu noktalardan biri, her davranışın toplumun bir şekilde bekasına ve varlığını sürdürmesine hizmet etmesidir. Sözgelimi, bebek öldürmenin ya da işkenceler uygulayarak onları kurban etmenin, gıda kıtlığı dolayısıyla kendilerini kurtarabilmek için ya da dinsel törenlere hizmet ettiği için toplumun bekasını sağladığı gibi bazı açıklamalar mevcuttur. Sosyal ve kültürel sağlamlığı ölçen bazı değerlere (halkın veya kültürün bekası, insanların fiziki refahı ve hayattan memnuniyetleri gibi kıstasları içerir) göre bu açıklamalar rasyonalist olabilir.

Ancak bazı toplumların, hiçbir fayda sağlamadığı halde uygulamaya devam ettiği davranışları devam ettirmedeki ısrarları şüphesiz sonlarını getirmiştir. Örneğin semavi dinlerin pek çoğunda bu toplumlardan bahsedilir. Hayatta kalabilmek, varlıklarını sürdürebilmek amaçlı mübah ve adaptif sayılan uygulamalar burada işe yaramamaktadır. Yok olan, bir başka toplumun müdahalesi olmaksızın adapte olamadan yitirilip gidilen bir topluluk söz konusu iken, maladaptiflikten bahsedilmemesi soru işaretlerine sebep olan bir konudur. Burada ilkel düzen efsanesinin bilindiği gibi olmadığı aşikardır. Modern, uygar toplum-ilkel toplum diye ayırmaksızın her toplumda bazen adaptif, bazen de maladaptif davranışlar olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. Yabancılaşmak, depresyon, intihar, sosyal yaşamdan çekilme, izole olma, isyan, protesto, göç, yaşam memnuniyetsizliği gibi problemler her toplumda görülebilir. Örf ve adetler her şeyi doğru yapabilir ve her şeyin kabahatli bulunmasını önler.

İnsanlar, hayatlarını şekillendirirken ait olduğu topluluğun aktardığı bilgilere göre bir anlam bütünlüğü, sistematik bir algılama anlayışı geliştirirler. Bu da büyük oranda toplumun kültürü, gelenek ve görenekleri sayesinde gerçekleşir. Psikolojik süreçler, inanışlar, yaşam tarzı, refah, mutluluk, sosyallik; evrimsel, sosyal, kültürel ve genetik süreçler gibi geniş bir yelpazeye sahip birçok alana etki ettiğinden, toplulukların ‘sağlıkları’ oldukça önemlidir. Sözde sosyal haydutluk dünyanın birçok bölümünde gerçek­leştirilirken yabancılaşmış toplumlar, kızgınlıklarının sebebi ola­rak zenginliği görmüştür.

İlkel toplumlar hakkında çok yaygın olan bazı inanışlar vardır. Her koşulda uyumu yakalayabildikleri, beraberlik içinde ve doğa ile adeta bütünleşerek modern dünyanın erişemediği mütevazi, barışçıl bir senkronizasyona sahip oldukları varsayılır. Bu varsayım genellikle evrimsel bakış açısı ile açıklanmaya çalışılır. Birçok antropoloğa göre toplumun hala var olması, uyum içerisinde olduğu ve kendini olması gerektiği gibi var ettiği anlamına gelmektedir. Toplum içerisinde var olan her davranış o topluma adaptif bir fayda sağlamaktadır. Fayda sağlamıyor olsaydı, çoktan yok olurdu. Peki ya yok olmuş toplumlarda bu durum nasıl açıklanır? Eğer her davranış bir fayda, maliyetlerinden ziyade bir getiriye sahip ise neden yok olmaktadır?

İnsanlar topluluklar halinde bir arada yaşamaya başladıklarından itibaren yarattıkları geleneklere keyfi ya da zorunlu olarak katılarak, çevrelerine dolayısıyla ait oldukları topluma uyum sağlamaya çalışmışlardır. Günümüz insanının gelenekleri ile ‘ilkel’ olarak genelleştirilen modern teknoloji öncesi topluluklarının ortak inanış paydasını karşılaştırdığımız zaman acımasız ve kabul edilemez bir vahşilik ortaya çıkmaktadır. Karşı tarafın çıkarını gözetmeyen ve öncelikle toplumun refahını amaçlayan bu acımasız uygulamalar tamamen olmasa da kısım kısım çeşitli kültürlerde varlığını sürdürmektedir. Antropologların çalışmalarını incelediğimiz zaman bizlere dehşet veren gelenekler aslında kendisini yaşatan toplumlar için adaptif yani birtakım inanışlar sonucunda paylaşılan algı karşısında toplumun yararını sağlayan, önlem alan ve korkuyu azaltan uygulamalardır. Ancak her dehşet içeren zorunlu geleneğin adaptif olduğu söylenemez. Araştırmacılar elde ettikleri bulgulara göre kabilelerdeki bireylerin hayvanlara işkence yapmasını, çocuklara şiddet uygulamasını ve de yaşadıkları ortama zarar vermelerinin maladaptif olduğunu vurgulamışlardır. Bu davranışlar toplumlarına fayda sağlamamış aksine iş gücünü, kaynaklarını ve yaşam kalitelerini azaltmıştır.

Yeni dünyanın keşfiyle birlikte çeşitli kıtalarda dağılmış halde varlığını devam ettiren yerlilerin hızla yok olduğu bilinen bir gerçektir. Fakat araştırmalar bu ‘ilkel’ kabilelerin modern dünyanın keşfinden önce kendilerini ve beraberinde yaşam ortamlarını da yok ettiklerini göstermektedir.

Yerine konulamaz doğal kaynakların yok edilmesi devletlerin ortaya çıkmasından çok daha önce başlamıştır. Binlerce büyük hayvanı uçuruma sürükleyerek öldüren buzul çağında yaşamış avcılar, bu hayvanlardan sadece birkaçını tüketebilmelerine rağmen bunu yaparak sadece kıymetli bir kaynağı değil, dolayısıyla kendi bekalarını da tehdit etmişlerdir. Brezilya’da olduğu gibi tropik bir yağmur ormanını yok etme tehdidi sadece modern gelişime bağlı değildir, Malaya’nın avcı toplayıcı toplumu olan Semanglar da ormanlardan oluşan çevrelerine önemli zararlar vermiştir.

Psikososyal stresin hastalıklara yol açtığına dair devamlı artan bulguların da yardımıyla, anlam sistemimizi oluşturan bir toplum ile aramızdaki bağın psikolojik sağlık için ne denli önemli olduğunu tekrar görmekteyiz. Bu stresin olmadığı durumlarda da artan refah, tatminkarlık, mutluluk seviyesi düşünüldüğünde de… Eğer Freud’un da dediği gibi uygarlığın bedeli nevroz ile ödenecek ise belki de yapılması gereken ilk iş bu sistemin nevroza, hastalığa götüren yönlerinin farkında olmaktır.

İnsan yaşamına ait anlaşılır tek gerçeklik, onun anlaşılmazlığıdır. Spartalıların Roma köleliğine karşı yaptığı başkaldırıdan Yeni Dünya’da binlerce Afrikalı kölenin umutsuz isyanına kadar, insanlar esaret altında yaşamaktansa özgürlük uğruna ölmeyi tercih etmiştir. Bir toplum değersizlik hissini ya da sinirini tıka basa içmekle gidereceğini düşünüyorsa ve kimse sarhoşken yaptığından sorumlu değilse, bu durum kendini yok etmenin tamamen garantili bir açıklamasıdır. Ve ülkedeki durumun iyiye gitmediğinin kanıtıdır. Çünkü insanların pek çoğu parasız olduğu için değil, mevcut psikososyal stresten kurtulmak için genç yaşlı ayırmaksızın alkole meyleder. Bunun yaşanılan toplum ve coğrafya ile ilgisi vardır. İnanç bu durumdaki insanlarda bir şekilde baskılanır. Örneğin kendi tarihimizden bir tespit yapalım. XVI. yüzyıl Osmanlısı ile XIX. yüzyıl Osmanlısı alkol tüketimi açısından birbirinden oldukça farklıdır. İmparatorluğun ihtişamlı olduğu yıllarda her şey yolunda gitmekteyken; yok olmanın ve çöküşün eşiğine gelen, ne yaparsa yapsın bir türlü kendine gelemeyen, peş peşe girdiği savaşlarla yıpranan bir devletin içindeki toplumun pek de sağlıklı kaldığı söylenemez. Yaşam koşulları hakkında bir hayli umutsuz olan insanlar, umutsuzluklarından kurtulma yollarını sarhoşluk veya intiharda bulmuştur. Sosyal yaşamı ve çevresel sınırlamalardaki aşırılıklar insanların en iyi çabalarına mani olmaktadır. Freud, sosyal yaşamın taleplerinin aşırı stres yaptığına karar veren ilk insan değildi fakat onun “uygarlıkların” yaptığı baskıların birçok toplumu “nevrotik” yaptığı inancı bu görüşün en iyi izahıdır. Sosyal çöküş, inanç sistemleri ve bununla alakalı yatırımlar ve getiriler arasında mantıklı bir değerlendirmeden yoksun davranışlar nedeniyle ortaya çıkmıştır. Hiçbir zaman açlık çekmemiş birçok toplum, kendi kültürüne ve beraber yaşadığı insanlara karşı daha az bağlılık hissetmektedir. İşte XVI. yüzyıl Osmanlısı ile XIX. yüzyıl Osmanlısı arasındaki bir diğer fark da budur. XVI. yüzyılda Millet Sistemi varken; XIX. yüzyılda ulusal bağlılık ortaya çıkmış, herkes Osmanlı sayılmıştır. Aynı şey Türkiye’de yaşayan vatandaş sayılan her bireyin Türk sayılmasıyla aynıdır. Buradaki Türk kavramı ırkçılık değil bir bağlılıktır. Pek çok ülkede de bu tarz bağlılıklar mevcuttur. Ve temeline inildiğinde oldukça sancılı zamanlar çektikleri görülecektir.

Gelenek ve göreneklerle kuşaktan kuşağa taşınan toplumun ahlâk nizamı, “iyi” ve “doğruları ” insanın doğasıyla ahenk içinde ise toplum sağlıklı, insan doğasıyla uyumsuz ise toplum hastalıklı olmaktadır. İsyan etmek, insan mevcudiyetinin temel melankolisidir. Eşitsizlik birçok farklı biçimiyle evrenseldir. Eşitsizliğin varlığı diğerlerinin sırtından geçinen bazı insanların ihtiyaçlarına hizmet eden geleneksel inanç ve uygulamaların kurulmasına yol açmıştır. Bir Gusii Atasözü Der Ki: “Evlendiğimiz Kişiler Savaştığımız Kişilerdir.”

Kuşatılmış toplumlar kendilerini şehirlerde ve kasabalarda sağlama aldığında, yakacak olarak oduna ihtiyaç nihayetinde yerine getirilmesi imkânsız bir şey haline dönüşmektedir. En zengin ülkelerde dahi fakir ve güçsüzler karakteristik olarak hastalık ve erken ölümlerden mustariptir. Eğer doğamızı şekillendiren kültürse, bizler neden tamamen farklı varlık olmak yerine farklı kültürlere sahip tek bir türüz? İnsanlar kültürlerinden memnun olmadıklarında, bu hoşnutsuzluklarını disforik bozukluk olarak dışa vurmaktalar -bir intihar davranışı- ya da göç etmektedirler. Aynı zamanda toplumun faal üyeleri olarak kalmakla birlikte, sosyal protesto ve isyanlara katılmaktadırlar. Bu da radikalizmi tetikleyen bir durumdur. Üyeleri, sürekli olarak sarhoş, kaprisli bir şekilde katil ya da sıklıkla intihar eğilimli olan bir toplum değişmelidir veyahut hem sisteminin hem de halkının varlığı son bulacaktır. Tüm toplumlar değişir, bu bir aksiyomdur fakat bazı toplumlar çok yavaş değişir. Spartaküs’ün kölelerinin isyanı 30.000 kişinin ölümüyle sonuçlanmış, bunlardan 6.000 tanesi işkence görmüştür ve Roma Cumhuriyeti ya da İmparatorluğu’nda kölelik sona ermemiştir. Eğer bir şey uzun sürdüyse, o zaman adaptif olmalıdır.

 

 

 

Semih Ertürk
Semih Ertürk
Articles: 34

Leave a Reply