Kolektif Bilinç: İnsan olmak mı yoksa yasalara bağlılık mı? 

Kendi sınırlarımızı zorlamaya çalışacağımız bir konu üzerine hep birlikte düşünelim istiyorum. Başlıktan da gördüğünüz üzere konumuz “kollektif bilinç”. Peki, tam olarak nedir bu kollektif bilinç?

KOLEKTİF BİLİNÇ NEDİR?

Hayatımızda olan ve sorgulanması gereken bir sürü şeyi aslında hiç sorgulamadığımızı fark ettiniz mi? Mesela odada sizden büyük biri varsa koltukta daha kibar oturmak gibi ya da toplum içindeyken esnediğinizde elinizle ağzınızı kapattığınız hatta evde tek başınızayken bile bunu yaptığınız gibi. Örnekler daha da çoğaltılabilir. Burada bizi ilgilendiren nokta; bunları bilinçdışı olarak yapmak. Çünkü fark etmeden yaptığımız çoğu alışkanlık bize içinde bulunduğumuz, büyüdüğümüz gelenek ve kültürden geliyor. 

KOLEKTİF BİLİNÇ’İN PSİKOLOJİDEKİ YERİ

Sosyolojide “norm” olarak adlandırdığımız bu davranışlarımızın psikolojide de bir yeri olduğunu söylemeden geçmeyelim. 19.yüzyılın başlarında yaptığı -aynı zamanda da oldukça eleştiri aldığı- çalışmaları ve sonucunda da oldukça radikal söylemlerde bulunan Freud, süperego olarak adlandırdığı bu kavramın ‘insan ruhunun vicdan taşıyan ve normlara yanıt veren kısmı’ olduğunu ifade eder. Gelişim sürecinde de toplum içerisinde kişinin üzerine yüklenen bu roller bilince yavaş yavaş yerleşir, süperego tarafından bilinç altında toplanır. Kendisinden bir alıntı yapacak olursak; “Bir insanın gelişim süreci tüm insanlık tarihini yansıtır.” Diyerek süperegonun insanın geleneksel yanı ve bireyin toplum için ne kadar önemli olduğunu da söyleyebiliriz. 

DİL, GELENEK VE KÜLTÜR

Konumuza dönecek olursak yukarıda bahsettiğim bu örnekleri okurken içinizden “ama bu saygıdan dolayı yaptığım bir şey” bile demiş olabilirsiniz. İşte tam olarak bundan bahsediyor olacağım bende. Bu saygı olarak nitelendirdiğimiz çoğu şey aslında bize doğduğumuz andan itibaren yetiştiğimiz ortamdan gelen kurallar. İşte bu noktada insanlık için yeni ve daha farklı bir kapı açıp onu anlamlandırmaya çalışan Freud’un ve daha nicelerinin düşünceleri bizler için altın değerindedir. “En büyük gelenek dildir” demiş büyük filozof Gadamer . Bunun en büyük sebebi dilin yani konuşmanın, yazının keşfedilmesinden bile önce var oluşu ve büyük bir kültürün oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. 

DİL, GELENEK VE KÜLTÜR’ÜN TOPLUMU ŞEKİLLENDİRMESİ

Peki bu dil ile gelenek bizlere ne katıyor? Hayatlarımızda ne gibi bir etkisi var? Her şeyden önce toplum olarak bizleri şekillendirdiğini ve bizi görünmeyen duvarlara hapsettiğini söyleyebiliriz. Fakat, burada düşüncelerimin isyankâr olarak anlaşılmamasını vurgulamak isterim. Dünyanın dört bir yanındaki her toplum var olduğu günden itibaren -ilkel zamanlardan günümüze- bir hayat mücadelesi vermiştir/vermektedir. Bu mücadele içinde de kendi yaşam koşullarına göre oluşturdukları davranışları ve deneyimleriyle birlikte gelen düşünceleri vardır. Süregelen zaman içerisinde de farklı olaylar ama aynı sonuçlar oldukça da toplum içerisinde tüm bu birikimler, yazı bulunmadan önce dil ile, bulunduktan sonra ise yazıya dökülerek tüm insanlığa atfedilir ve dalga dalga yayılır. 

ORTAK BİLİNÇ VE TOPLUM

Kültür dediğimiz kavram da işte kısmî olarak buradan ortaya çıkar. Her ne kadar amatörce bir açıklama sunsam da temelde toplumu çevreleyen dil-gelenek-kültür üçlemesini birbirine sarmaşık misali bağlı olduğunu anladığınızı ve benim armatörlüğümün de affınıza sığındığını tahmin ediyorum. Başlıkta sözünü ettiğimiz kolektif sözcüğü, sözlük anlamıyla “ortaklaşa” olmayı temsil eder. Kolektif bilinç diyerek bahsetmek istediğim kavram ise buradan yola çıkarak, “ortak bilinç” e tekabül eder. Yani, toplum içerisinde oluşan ortak bilinç. Bu bilinç ise yukarıda -amatörce- açıklamaya çalıştığım gelenekten doğar ve gelişir. Bizi çeşitli sebeplerden dolayı bir arada tutmak adına var olur. 

YASALAR VE İNSANIN YALNIZLIĞI

Zaman içerisinde insanlığın ilkellikten modernliğe olan serüveninde ise ‘önüne geçilemeyen’ insanın önüne bu sefer, devlet otoritesi altında yasalar geçer. Bunu da insan, kendi elleriyle oluşturur, özgürlüğünü daha güvenli bir hayat sürebilmek adına devlete teslim eder. Devlet ise onu bir örümcekten farksız görerek ne hissettiğine, ne düşündüğüne önem vermez. Çünkü kendi kuralları vardır onun ve o kurallar -o sorgulanabileceğini söylese de- sorgulanmadan doğru kabul edilir. İşte bu yüzden insan yalnızdır. Etrafındaki tüm o gösterişli yapıların, sahip olduğu o teknolojinin içinde yapayalnızdır. Doğal yaşamda (ilkel hayat) “İnsan insanın kurdudur” (Thomas Hobbes) belki ama “Bugünün modern insanı eskinin ilkel insanından daha çaresiz ve yalnızdır” demiş Carl Gustav Jung. Sözlerindeki alt anlamı keşfedebilmek için biraz etrafınıza bakınmanız yeterli olacaktır. 

TOPLUMSAL FARKLILIKLAR VE İNSANLIK

Bu yazıyı kaleme alırken asıl niyetim, insanlığımız ile -belli bir toplum içerisinde yaşadığımızdan dolayı uymakla mükellef olduğumuz yasalar arasındaki çelişkiyi konu almaktı. Fakat, bu yazı esnasında okuduğum ve ilk defa düşünceleriyle tanıştığım Carl Gustav Jung, beni oldukça etkileyerek tamamen başka bir yöne sürükledi. Öncelikle kendisi Freud ile çok sıkı bir dostluk kurarak (Freud kendisinden manevi oğlu olarak bahseder) şu an psikoloji dünyasında büyük bir önem arz eden konulardan olan “bilinçdışı” üzerine çok sayıda çalışmalar ortaya koymuştur. Nitekim bir noktada hayat onları ayırsa da o ve Freud arasındaki dostluk bakî kalmıştır. 

TOPLUMSAL DAVRANIŞLAR

Freud aklı ile yıkmaya çalıştığı sorgulamadan inanılan gelenek ve din inancını bir süre sonra -“bilimsel” olduğunda ısrar etse de- kendi buluşları karşısında da sorgulanmadan bir nevi inanç misali kabul edilmesini ister. Zaten Jung ile ayrıldıkları nokta da bu’dur. Diyerek kısa bir soluklanmadan sonra ve kendisi hakkında ayrı bir yazı konusu ele alacağımın sözü ile kaldığım yerden devam ediyorum. Bu okumanın beni etkilediği ve ardından düşündürdüğü esas nokta; hayatın, içinde bitmeden uğraştığımız zorlukların, bazen elimizde olmadan ya da istemesekte uymak zorunda olduğumuz kuralların “insan” olarak bizi değiştirdiğini fark ettik mi? Ediyor muyuz? Ya da bunlar benim uydurduğum düşünceler mi? Toplum, içinde yaşadığı insanları belli bir kültüre göre şekillendirir ya da insanlar benimsedikleri hayat tarzları ile içinde yaşadıkları o toplumu oluştururlar. 

TOPLUMSAL DAYANIŞMA

Burada çok sevdiğim bir hocamın anısını paylaşarak bahsetmek istediğim şey hakkında aklınızda daha somut bir resim oluşturmak istiyorum. Doktorasını kazandığı burs ile öğreniminin bir sonraki aşamasını Almanya’da tamamlamak isteyen kıymetli hocam, boş zamanında bulunduğu şehri tanımak adına kültürel bir gezi yapma kararı verir ve oradaki tren/metro ulaşımını kullanarak yolculuğuna başlar. Bu anâ kadar her şey iyidir ta ki metro durup inme vakti gelene kadar. Benimde bilmediğim üzere o dönemde Almanya’daki metrolarda zemin ile metro arası -hatırı sayılır- bir boşluk bulunmaktaymış. Bunu fark etmeden adımını atan hocamız düşerek ayağını o boşluğa sıkıştırmış. 

TOPLUMSAL DUYARLILIK

Peki siz kıymetli okuyuculara soruyorum: Böyle bir olay ile karşılaşsanız ne yapardınız? Tabi ki de inecek ya da binecek yolcular olarak duruma el atıp, zor durumda kalan kişiye yardım ederdiniz değil mi? Hikayenin devamına bakacak olursak, metrodan inen hiçbir yolcu yardıma ihtiyaç duyan hocamızın imdadına yetişmiyor. Sadece yetişmemekte de kalmıyor, -o sırada geçmesi gereken yolda yer kapladığı için- üstüne basıp geçmeyi tercih ediyor. “O an işte her şey bitti, öleceğimi sandım” diyen hocamı kurtarıcı misali bir el tutup o boşluktan çekiyor. İşte o el’in hikayenin sonunda Türk bir genç kıza ait olduğunu öğreniyoruz.

FARKLILIKLARIN ÖNEMİ

Bu trajik örnek bile aslında çoğu şeyi olmasa da önemli birçok ayrımı anlamamıza yardımcı oluyor. Bu hikayede bir suçlu aramaya çalışmadan, toplumsal farklılıkların çeşitli sebeplerle yapılmış göçler sayesinde daha çok anlaşıldığını fark etmeliyiz. Bireysel ve dinamik bir yapıya sahip olan Alman toplumu ile maneviyatına birçok şeyden daha değer veren Türk toplumu arasındaki bu örnek ile bazı davranışlarımızın çok keskin olarak ayrıldığını görüyoruz. Yetişme tarzımız, beklentilerimiz, insan ilişkilerimiz bize geçmişteki atalarımızdan miras olarak varlığını sürdürüyor. Biz de istesekte istemesekte bilinçaltımıza işlemiş bu kalıntılardan kopamadan bir sonraki nesle taşıma görevimizi yerine getiriyoruz. “Ortak bir bilinç” ile nasıl yaptığımız ise; kimi zaman sebepsiz yere yanan ormanların sesi olurken, kimi zaman zorla ensest ilişkiye giren bir kansızın adalet karşısında hak ettiği cezayı almasını sağlayıp kimi zaman da duyulmayanın sesi olurken karşımıza çıkıyor. 

BİRLİK VE DAYANIŞMA

Yıllar geçiyor, şartlar değişip gelişiyor ama ortaya konulan çabanın kaynağı hep aynı kalıyor. Biz, bize miras olarak bırakılan bu içgüdü ile zor zamanlarda bir oluyoruz, dara düşene bir el uzatıyoruz. Biz, birlik oluyoruz. Şimdi de her şey iyiyken bir olmayı, atalarımızın bize bıraktığı o içgüdüyü o zamanlarda da kullanmayı öğrenme zamanı. Sözlerimi, çok sevdiğim ve konumuza oldukça uyduğunu düşündüğüm Jung’ a ait bir alıntı ile noktalamak istiyorum. “İnsan bir muammadır. Bir yandan dış dünyanın beklentilerine göre üstümüze geçirdiğimiz, içine sığmaya çalışırken çekiştirip durduğumuz kıyafetler, öte yandan zihnimizin ürettiği düşünceler, biyolojimizin dayattığı dürtüler, uykumuzda bile duyduğumuz derinlerden gelen gümbürtüler… Hangisini dinleyeceğiz? Kendimizi mi, dış dünyayı mı, yoksa yer altından gelen sesleri mi? Dışarıdaki dünyanın kuralları hayli zorlayıcı… İnsan, her elini attığı şeyde sonsuz mutluluğu ve bütünlüğü yakalamanın derdinde.” Diyerek isyan etsekte günün sonunda yaşam dediğimiz o akıntıya bir kere kapılıp yolun sonuna geldiğimizi hissedince ulaşacağımız olası sonuç: “Yaşamın büyük bir değeri yoktur, fakat ondan başka bir şeyimiz de yoktur.” Olacaktır. Buraya kadar bana sabırla eşlik ettiğiniz ve fikirlerime yoldaş olduğunuz için teşekkür ederim.

sudepamukcu
sudepamukcu

Çeşitli sayfalarda İçerik Editörlüğü yapmış olan Pamukçu, Uludağ Üniversitesi Sosyoloji bölümü öğrencisidir. Haziran 2023'den bu yana Siyah Dergi yazarıdır.

Articles: 11

Leave a Reply