Farklı Bir Rus Klasiği: Usta ve Margarita

Farklı Bir Rus Klasiği: Usta ve Margarita

Rus klasiklerini ömründe bir defa okumuş birisi bile bu kitapların çoğunun ciddi ve kasvetli olduğunu ve bir nevi insan ruhunun karanlıklarını anlattığını bilir. Ancak Usta ve Margarita, alışılmışın tersine eğlenceli, komik ve iç açıcı bir havada geçer. Öyle ki yazar, hayal gücüne sınır koymamış ve hepsini olduğu gibi bize aktarmış gibidir. Kara büyüler, konuşan kediler, domuza dönüşen adamlar, şeytanın baloları, sihirli kremler, uçan kadınlar ve daha neler neler… Bu nedenle okurken kitabın dünyasına inanıp o şekilde devam etmelisiniz.

Kitap, şeytanın ve onun yardımcılarının birkaç günlüğüne Moskova’ya gelmesiyle başlıyor ve sonrasında da hayal edemeyeceğiniz kadar fantastiklik ile olaylar karışıyor. Moskova’ya inen Şeytan Woland, Yazarlar Birliği’nin başkanı Berlioz ile şair Biezdomni’nin bir parkta yaptıkları Tanrının, İsa’nın olmadığına ve insanın kendi kaderini kendinin belirleyebileceğine dair konuşmalarına şahit oluyor. Bu iki yazarla aynı şekilde düşünmeyen Woland ise düşüncelerini kanıtlamak amacıyla iki yazarın yakın geleceğini anlatıyor. Berlioz’un kafasının kesilip öleceğini ve Bezdomni’nin ise delirip tımarhaneye kapatılacağını söylüyor. Buna ek olarak da İsa’nın yaşadığını, çünkü çarmıha gerilirken bizzat kendisinin orada olduğunu anlatıyor. Tabii, iki yazar da ona inanmıyor ve gülüp geçiyorlar. Ancak Şeytan’ın anlattığı her şey aynı gün içerisinde tek tek gerçekleşiyor. Bu olaylar gerçekleşirken de Şeytan Woland, tercümanı ve sağ kolu olan Korovyev, tetikçisi ve ulağı olan Azazello ve eminim sahnelerini okurken en çok zevk aldığımız kara kedi Behemot ile Moskova’yı birbirine katmaya başlıyor.

Kitapta geçen olayları spoiler vermemek için daha fazla anlatmayacağım ancak sadece şundan bahsedebilirim; Kitabın teması üç ana hikâye üzerinden gidiyor. Bir yandan Şeytan Woland ve yardımcılarının yarattığı olayları okurken bir yandan da İsa’nın çarmıha gerilişini ve Vali Pontius Pilate’ın tutumunu görüyoruz. Bu iki hikâyeye ek olarak da romanı yazan Usta mahlaslı yazar ile sevgilisi Margarita’nın aşkına tanık oluyoruz.

Yazar bu hikâyeler ile bizi sürekli bir zamandan diğer zamana sürüklüyor. Pontius Plate’nin öyküsü, İsa döneminde geçerken Usta’nın öyküsü yirminci yüzyılın Moskova’sında gerçekleşiyor. Şeytan Woland’ın öyküsü ise belli bir zamana bağlı olmaksızın Pilate ve Usta arasında bağ kurmayı sağlıyor. Kitabın en son sahneleri ise yerden ve zamandan bağımsız, fantastik bir kavramda geçiyor.

Bana göre kitabı okumadan önce mutlaka o dönemin Sovyet Rusya’sı, insanları, uygulanan sansürler ve Stalin’in iktidarı hakkında bilgi sahibi olunmalı ve yazarın ciddi şekilde etkilendiği Faust, İncil hakkında da yeterince araştırma yapılmalı. Çünkü kitap, fantastik göründüğü kadar yoğun bir toplum ve sistem eleştirisi barındırıyor. Tüm bunlar hakkında bilgi sahibi olunmadan kitabı tam olarak anlamanız zor olabilir. Kitabı bitirdikten sonra ise eleştirmenlerin yorumlarına bakmanızda fayda var. Bu sayede içeriğini daha iyi anlayabilir ve kaçırdığınız yerleri de görebilirsiniz.

Kitabı bitirdikten sonra yaptığım araştırmalara göre eleştirmenler, Şeytan Woland’ın Stalin, Usta’nın o dönemde yazarlar birliğinin başına getirilen Maksim Gorki ve Margarita’nın ise Stalin tarafından Gorki’yi ikna etmek üzerine görevlendirilen Maria Andreyeva olduğu düşünüyorlar. Ayrıca kitapta Margarita’nın Usta’yı yani aşkını kurtarmak için Şeytan’ın balosuna katılmayı kabul etmesiyle Faust’ta aşkı için bir nevi ruhunu şeytana satması arasında çok büyük bir paralellik bulunuyor.

Son olarak kitap, bir yandan dönemin Moskova’sındaki yazarlarının ve bürokratlarının ikiyüzlülüğünü ve çıkarcılığını ortaya koyarken bir yandan da Şeytan Woland ile insanlığı ve kötülüğü sorgulamamızı sağlıyor. Şeytanın kendisine sorulan “Söyle kimsin sen?” sorusuna verdiği “Sonsuza dek kötülük isteyen ama sonsuza dek iyilik yapan bu gücün bir parçasıyım.” cevabıyla kötülüğün kaynağını sorgulatıyor aslında. Çünkü şeytan, kimseyi yoldan çıkarmaya çalışmıyor aksine sadece eğleniyor. Yani, insanın içinde bulunan kötülüğü çıkarmak için çok da fazla uğraşmıyor. Ayrıca kitabı okurken tüm bu ikiyüzlülük ve çıkarcılığın sadece o döneme has olmadığını ve günümüz dünyasında da sürekli gördüğümüz ve insanların asla kurtulamadığı bir sorunu olduğunu fark ediyoruz.

Kısacası Bulgokov’un bu kitabı, anlatımıyla, tasvirleriyle ve yoğun hayal gücüyle o kadar özgün ki, kitabı bitirdikten sonra bir süre kendimi büyük bir fırtınadan çıkmış gibi hissettim. Okurken çok zevk aldığım, bitirdikten sonra etkisinden çıkamadığım ve belki de hayatımda okuduğum en iyi kitaplar arasına girebilecek bir kitap. Yazımı kitaptan bir alıntıyla bitirmek istiyorum.

İsa’nın müridi olan Matta Levi ile Şeytan arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

“Kötülük olmasa senin iyiliğin neye yarar, gölgeler silinse yeryüzü neye benzerdi? Hem gölgeleri eşyalar ve insanlar yaratmıyor mu? İşte kılıcımın gölgesi. Ama ağaçların ve canlı varlıkların da gölgeleri var. Yerkürenin kabuğunu soyma, saf ışıktan başkasını istememe tutkundan ötürü yüzeydeki tüm ağaçları ve yaşayan her şeyi silip süpürmek mi istiyorsun?”

Melis Gizem Akkaya
Melis Gizem Akkaya
Articles: 19

Leave a Reply