Karabasanların Efendisi Sayılan Kazuo İshiguro Hakkında Birkaç Söz
“Katliam üzerine kurulmuş bir barış nasıl ebedi olabilir?” Gömülü Dev – Kazuo Ishiguro
Edebiyatın güzelliklerinden biri burada saklı belki de. Şimdiye kadar pek çok kitap okudunuz. Onların arasında çok sevdiğiniz romanlar, sık sık yeniden döndüğünüz metinler, kendinizi yakın hissettiğiniz birçok yazar mutlaka vardır. Gerçekten de yazın tarihindeki ustaların sayısı o kadar çoktur ki bazen en çok hangisinin sizin asıl yazarınız olduğuna karar veremezsiniz. Ama işte edebiyat, bize her an yeni ve özgün bir anlatım biçimi sunabilme potansiyeline sahip olduğu için ayrıca güzeldir. Henüz Ishiguro’yla tanışmamış olanlar, bu İngiliz yazarda, onun zihnindeki dünyada güçlü ve farklı bir ses bulacaklardır.
Kazuo Ishiguro 8 Kasım 1954 doğumlu Japon asıllı İngiliz romancı. Nagazaki kentinde doğan İşiguro 1960 yılında ailesiyle birlikte İngiltere’ye göçtü. University of Kent’i bitirdikten sonra (1978) University of East Anglia’da yaratıcı yazarlık yüksek lisansı yaptı. 1981’de üç kısa hikâyesi yayımlandı. Kazuo Ishiguro o tarihten beri sadece yazarlık yapıyor. 1982 yılında İngiliz yurttaşlığına geçti. 2005 yılında yazdığı Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go) romanı 2010 yılında yönetmen Mark Romanek tarafından aynı adla sinemaya aktarılmıştır. 2017 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır. İsveç Akademisi, ödül gerekçesinde Ishiguro’yu, “büyük bir duygusal güce sahip romanlarında, dünyayla bir bağlantımız olduğu yanılsamasının altında yatan dipsiz uçurumu açığa çıkaran” bir yazar olarak tanımladı.
Nagazaki hakkında bilhassa savaş yıllarında yaşanan kaos hakkında epeyce trajik hikâye dinlemiş. Şüphesiz bu kesitlerden en ilginç olanı; Nagazaki’de kıyameti koparan atom bombalarının yarattığı felaket esnasında annesinin omzunu yaralayan bir demir parçası… Bu demir parçasının peydahladığı iz, yazarın Uzak Tepeler ve Günden Kalanlar isimli eserlerinde birçok cümlenin altını çizerek varlığını daima hatırlatıyor.
“Ishiguro, Japonca konuşulan bir evde, Japon kültürüyle büyüdüğünü söylüyor aynı zamanda coğrafya olarak büyüdüğü İngiltere’yi de tüm bu var olan kültürel birikimiyle harmanlıyor ve ortaya devasa bir hazine bırakıyor.”
Değişen Dünyada Bir Sanatçı, basitleştirerek söylüyorum, iki temel nokta üzerinden ilerliyor: Savaş sonrası değişen Japonya ve bu değişen dünyada geçmişini tekrar, yeni bir gözle değerlendirmek zorunda kalan bir ressam. Bir yanda geleneksel Japon kültürü ve değerleri, öte yanda savaş ve sonrasında etkisini arttıran Amerikan Kültür Emperyalizmi mücadelesinde ilk yarıda oldukça gözde olan sanatçımız, savaş sona erdiğinde kazanan tarafta olmadığı için gözden düşer ve kendi payına belki de yanlış bir bilinçle haksız eleştiriler düşer. Aslına bakıldığında “Ono” da kendine göre “modern” ve “yenilikçi” bir sanatçıdır, zira son ustasının atölyesinde geleneksel Japon hedonist resminden uzaklaşıp, insani değerleri ön plana çıkarmanın sanatını bulduğunu düşünür.
Değişen Dünyada Bir Sanatçı‘da yazar, Ono’ya ne geçmişi yüzünden kızabiliyor, ne de tam olarak ona karşı genç neslin tutumunu benimseyebiliyorsunuz. Bir yandan Ono geçmişte çok önemli bir ressam olduğunu düşünüyor, oysa bakınca aslında o kadar “ünlü” resimlere de imza atmış biri değil; bir yandan zamanında tüm halkın kendisine sahip çıktığını düşünüyor, öte yandan anlıyoruz ki o yıllarda aslında sadece iyi niyetli bir popülizmden başka bir şey değil yaptıkları. Dolayıyla çelişkinin, farklı açıların, bilinmezliğin varlığı diğer eserlerde olduğu gibi Ishiguro’nun da romanını değerli ve zevkli kılıyor.
İshiguro, insan ruhundaki birbirine zıt yönde hareket eden hisleri beklenmedik hamlelerle birbirlerine bileyletip, birbirleriyle çarpıştırmayı ve bu çarpışmadan açığa çıkan reaksiyonu karakterlere pay ederek romanda var etmeyi seviyor. Güncel hadiseler yerine onun hikâyeleri soyut, uzakları vaaz eden bulanık metinler. Şuurun çıkmaz sokakları, başkalarının hafızaları, boşluğun tanımı, kolektif travmalar, genetik kodların analizi ve intihara meyil, Ishiguro okurlarının alışık oldukları meseleler… Aşkı, kötülüğü, ahlakı, ölümü, ruhun çatlaklarını, sanatı ve benliğin sancılarını yekpare bir kâbus hatta bazen bilim kurgunun sınırlarını ihlal etmeyi göze alarak, uçsuz bucaksız kuyruklarıyla anlatıyor yazar.
Her ne kadar neo-realist bir çerçeve ve akışkan-berrak bir dil kanalını tercih etse de ayrıntılara zerk ettiği pesimist hava, çözümlediği koyu ifadeler ve çöküşün anatomisini didiklediği kurmaca dilimleri, eserlerinin gerçekçi suretlerini başka bir boyutta algılatıyor. Elbette derin ama yalın karakterlerin bu görünüşün hızını yavaşlatmadaki paylarını da atlamamak gerekir.
Örneğin, Gömülü Dev, unutmak üzerine oluşturulmuş bir roman. Yüzyıllar önce Saksonlar ve Britonlar arasında savaşlar yaşanır. Savaşın sona ermesi için bir büyücü dişi bir ejderhanın nefesini büyüler ve ejderha nefes alıp verdikçe ülkeyi ‘unutma sisi’ sarar. Ama ne yazık ki orda yaşayanlar ailelerini ve anılarını da unutmuşlardır. Yaşlı bir karı koca hayal meyal şekilde bir oğulları olduğunu hatırlar ve onu aramak için yollara düşerler. Kitabın büyük kısmı yolda başlarına gelen olayları bize anlatır. Unutulanların hatırlanması için ejderhanın nefes alıp vermemesi yani ölmesi şarttır.
İshiguro, romanlarında genellikle birinci şahıs anlatıcıyı kullanır. Kullandığı anlatıcılar hikâyelerin ana karakterleridir ve öznel bir anlatım sergileme eğilimindedirler, yani bir başka deyişle güvenilmez anlatıcılardır. Ishiguro’nun anlatıcıları sadece güvenilmez değil, aynı zamanda okuyucuyu yanlış yönlendirme eğilimi sergilerler. Okuyucuyu yanıltmak için farklı yöntemler kullanırlar.
Kazuo Ishiguro, esas itibariyle, bir bellek yazarıdır. Hatırlamak, eski günler hakkında düşünmek, bugüne ışık tutabilecek detayların izinden gitmek en sevdiği izlekler arasındadır. Karakterlerine sık sık “Dahası, şimdi geriye dönüp baktığımda…” gibi şeyler söyletir ya da konuya “Hailsham’daki son yazımızda…” diye girerek okuyucunun dikkatini diri tutmayı başarır. Aslında sanıldığından güç bir iştir bu. Öyle ya, konu geçmiş zaman oldu mu anlatacakların da sonu gelmez, yazar sık sık onları sıraya koymak ihtiyacı duyar: “Ama oraya niçin gittiğimizi açıklayabilmek için, önce biraz daha gerilere gitmek gerecek.”
“Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun 2005 yılında yayımlanan romanı Beni Asla Bırakma, yalnızca edebiyat değil, aynı zamanda felsefe, hukuk, insan hakları ve biyoetik gibi başka çevrelerde de ilgi odağı olur.”
Yapıtta, normal insanların ihtiyaç duymaları durumunda kendilerine organ sağlamak üzere genetik kopyalama yöntemiyle dünyaya getirilen bir grup gencin Hailsham adlı bir yatılı okulda başlayıp, son organ bağışlarını da yaptıktan sonra tamamlanmaları ile son bulan distopik öyküsü birinci tekil şahıs bakış açısıyla anlatılır. Beni Asla Bırakma’nın karakterleri, Antik Yunan ve Roma dönemi düşünürlerinin insana özgü olarak nitelendirdikleri birçok özelliğe sahiptirler.
Beni Asla Bırakma’da resmedilen İngiliz toplumu egemen güç, klonlar ise zoé olarak değerlendirilebilir. Zoé olan klonlar, egemen güçlerin davranışlarını ve yönelimlerini anlamakta güçlük çekerler. Öte yandan, kendileri bu konuda baskılanmak yerine cesaretlendirildiklerini düşünürler. Klonlar İngiliz toplumunca birer homo sacer’e dönüştürülürler. İnsanlar onların var olduklarını bilir ve bedenlerinden yararlanırlar. Yine de bu gerçek hakkında konuşmayı, hatta düşünmeyi reddederler. Homo sacer’in işkence görmesi ya da katledilmesi seküler hukukta ceza gerektirmez, çünkü o kutsaldır ve yeryüzüne ait değildir. Öte yandan zaten kutsal olduğu için Tanrı’ya aittir, bu nedenle kurban da edilemez.
Bu durumda homo sacer hem profan alanın hem de dinsel alanın bir istisnasına dönüşür. Agamben’e göre bu durum bir çifte istisnadır ve homo sacer kurban edilemezliği ile Tanrı’ya… öldürülebilir olmasıyla da topluma” ait olur. Ancak etik ve biyopolitik açıdan bakıldığında, Ishiguro’nun yarattığı gerçekliğin bir illüzyondan daha fazlası olmadığı ortaya çıkar. Çünkü romanda asıl egemen güç olan toplum açısından bakıldıklarında klonlar yalnızca yaşamsal organları taşıyan boş bedenlerden ibarettirler.
Kazuo Ishiguro’nun kendisi de farklı türlerde eserler vermekten hoşlanan bir yazar. Gömülü Dev ile şövalyeler arasında gezinen yazar Beni Asla Bırakma ile distopik bir evrene götürür okurlarını. Her ne kadar Booker Ödülü, Whitbread Ödülü ve hatta Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış olsa bile Kazuo Ishiguro yazma eylemini her daim keyifli bir uğraş olarak görmüyor. Oxford’da yaptığı bir konuşmada kendisine sorular yazmayı nasıl bulduğu sorusuna yazamamaktan mustarip olanları oldukça rahatlatacak bir cevap veriyor Ishiguro: “Bu keyifli bir iş değil ama bunca zamandır da yaptığım bu. Her gün yazmam.” Kazuo Ishiguro’nun Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığı ilan edildikten sonra Ishiguro hakkında pek çok şaşırtıcı bilgi de tekrar gün yüzüne çıktı. Bu bilgiler arasında en dikkat çekicilerinden biri de Ishiguro’nun kendisine Booker Ödülü kazandıran romanı Günden Kalanlar’ı yalnızca dört haftada yazdığıydı.
1995’te yayınlanan Avunamayanlar adlı romanı önceki romanlarından tarz olarak farklıdır. Shaffer, İshiguro’nun bu romanla James Joyce ’tan Kafkavari tarza geçtiğini savunur çünkü bu romanın neredeyse her sahnesi bazı sıra dışılıklarla kurgulanmıştır. Avunamayanlar’ın anlatıcısı aynı zamanda romanın ana karakteri Ryder’dır.
Kitaplarındaki üzüntülere rağmen, Ishiguro insanlığın zarif bir koruyucusudur. O iyi bir küratör ve yetenekli bir hikâye anlatıcısıdır.
Ishiguro’nun daha kaç kitap yayımlayacağını bilmiyoruz. Fakat edebi keşiflerinde korkusuz olmaya devam edeceğinden emin olabiliriz.
Yorum yaz