Nobel Ödüllü Orhan Pamuk’tan Postmodern Bir Polisiye: Benim Adım Kırmızı

Nobel Ödüllü Orhan Pamuk’tan Postmodern Bir Polisiye: Benim Adım Kırmızı

Türkiye’de bir takım kesimler tarafından çok da sevilmeyen ve birçok eleştirinin odağı haline gelen Orhan Pamuk, benim en sevdiğim yazarlardan birisi belki de. Kendisini lise dönemlerimde Yeni Hayat kitabı ile tanımıştım ve o günden beri de her kitabını okumaya gayret etmişimdir. Bu süreç içerisinde, biraz geç de olsa, Benim Adım Kırmızı kitabını okumaya başladım ve okuduktan sonra da “Nasıl daha önce bu kitabı okumadım?” diye kendime sordum.  Okurken her ne kadar anlatım dilinin farklılığından dolayı nasıl bir kitap olduğuna anlam veremesem de, kitabı bitirip üzerine düşünmeye başladığımda aslında Orhan Pamuk’un nasıl bir şaheser ortaya çıkardığını gördüm.

İsterseniz önce kitabın ne anlattığından bahsedeyim. Benim Adım Kırmızı, padişah tarafından Venedik’e hediye olarak gönderilmek üzere bir kitabın hazırlatılması ve bunun ardından gelişen olayları konu alıyor. Resmin duvara asılamayacağını, asılırsa bir süre sonra insanların ona tapınmaya başlayacağını düşünen bir anlayışın olduğu dönemde hediye olarak gönderilecek tablo, Venedik tablolarına benzer, perspektif kullanılarak yapılmak isteniyor. Ancak perspektif kullanılması, döneminde İslam’a ve Allah’a saygısızlık olarak algılandığı için birçok tartışmaya sebebiyet veriyor. Zaten olayların gelişmesine neden olan durum da bu ayrımlar sonucunda ortaya çıkıyor.

Bu tartışmaların ve ayrışmaların yaşandığı dönemde bir de bunların tamamen yasaklanması gerektiğini savunan Erzurumiler olaylara karışıyor ve İslam’a aykırı işlerin yapıldığı gerekçesiyle de semahane ve kahvehanelerde şiddete başvuruyor. Enişte Efendi’nin görev verdiği nakkaşlardan biri olan Zarif ise zaman içerisinde Erzurumiler gibi düşündüğünü ifade etmeye ve nakşın şeytan işi olduğunu dile getirmeye başlayınca, kitap çalışmalarına zarar vereceği endişesi ile nakkaşlardan biri tarafından öldürülüyor.

Kitabın geri kalan hikâyesini kitabı okuyanların kendisinin keşfetmesi için çok fazla anlatmak istemiyorum. Ancak buraya kitabı hazırlayan nakkaşın, resmi neden Venedikliler gibi yaptığını açıkladığı bir paragrafı ekliyorum.

“ Saf hiçbir şey yoktur. (…) Nakışta, resimde ne zaman harikalar yaratılsa, ne zaman bir nakkaşhanede gözlerimizi sulandıracak, tüylerimizi ürpertecek bir güzellik ortaya çıksa, bilirim ki orada daha önceden yan yana gelmemiş iki ayrı şey birleşip bir yeni harikayı ortaya çıkarmıştır. Behzat’ı ve bütün Acem resminin güzelliğini, Arap resminin Moğol-Çin resmiyle karışmasına borçluyuz. Şah Tahmasp’ın en güzel resimleri Acem tarzıyla Türkmen hassasiyetini birleştirdi. Bugün herkes Hindistan’daki Ekber Han’ın nakkaşhanelerini anlata anlata bitiremiyorsa, nakkaşlarını Frenk usullerini almaya teşvik ettiği içindir bu. Doğu’da Allah’ındır, Batı da. Allah bizi saf ve karışmamış olanın isteklerinden korusun.” (s. 186).

Benim Adım Kırmızı’da yazar, ağırlıklı olarak Osmanlı, Türk ve İslam dünyasının minyatür sanatını konu ediniyor. Romanda, minyatür sanatı ile İslam’ın tasvire olan bakışı, bir figürün birebir kopyası değil de tecrit edilerek çizilmesi ve yüzyıllardır devam eden üslup anlayışı yerine şahsileştirilmeye çalışılan üslup tartışılıyor. Bu tartışma o kadar büyük ki, cinayet işlemeye kadar gidiyor. Tabii, cinayet işlenmesinin bir diğer sebebi de klasik minyatürde değişikliğe gidilmek istenmesi. Sanattaki değişim ve gelişim, dönemin zihniyetine önceki dönemlerin siyasi, sosyal ve dini anlayışlarının eklenmesi ile olur. Ancak bu değişimi, bazı kesimler istemeyebilir ve dönemin dini veya siyasi anlayışına ters olduğunu düşünerek bir çatışma durumu yaratabilirler. Tıpkı romandaki Erzurumilerin nakkaşların anlayışına karşı çıkmaları ve kahvehaneleri basmaları gibi.

Bu arada yazar, bize bir nevi tarihi bir roman sunmuş. Her geçmişte geçen roman gibi tarihi karakterleri kullanmadan, kendi ürettiği kahramanları ile tarih güzel bir şekilde harmanlayabilmiş, yani organik bir bağ kurabilmiş. Yazarın iki yıl boyunca yaptığını söylediği araştırmalar sonucunda dönemini iyi ve gerçekçi bir şekilde yansıtabilmiş. Özellikle o dönemin hiç dile getirilmeyen oğlancılık gibi Osmanlı gerçeklerini kurgu ile harmanlamış. Diğer yandan bakarsak da yazar bize bir polisiye roman vermiş. Kitapta yaşanmış bir cinayet ve bu cinayetin katilini bulmak için sarf edilen büyük bir çaba var. Bütün kitap boyunca bize katilin kim olduğu açıklanmıyor. Yazarın arada verdiği küçük ipuçları ile okuyucu, her ne kadar katilin kim olduğunu bulmaya çalışsa da, kitabın sonuna kadar asla öğrenemez. Katilin kim olduğunu öğrenmeye çalışan Kara ile okuyucu tek tek şüphelileri gözden geçirir ve yine Kara ile birlikte kitabın sonunda cinayetleri kimin işlediğini bulur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşe geçtiği bu dönemde ekonomi çökmüş, tımar sistemi işlemez olmuş ve Celali isyanlarından dolayı Anadolu rahat yüzü göremez hale gelmiş. Her ne kadar bu durum arka planda kalmış gibi görünse de aslında nakkaşların çektikleri ekonomik sıkıntılar nedeniyle her işi kabul etmelerinin sebebini anlamak için önemli. Roman da zaten bu konunun üzerine inşa edilmiş. Bunun yanında yazar, Kara ve Şeküre aşkı ve nakkaşlar arasındaki çatışmalar ile Doğu/Batı kimliği veya ilerici-gerici çatışması üzerinde durduğunu unutmamak gerekiyor. Ancak yine de roman tamamen bunlardan ibaret değil. Roman, yazarın, edebiyatın sınırlarını zorlamayı ifade ediyor. Yazar, roman anlayışını bir roman yazarak ifade etmeye çalışıyor aslında.

Kitabın her bölümü başka bir karakterin bakış açısından anlatılıyor. Bir bölüm bir köpeğin ağzından anlatılırken diğer bölüm ise yazarın kendisinden veya ölünün bakış açısından anlatılıyor. Tabii, anlatıcılar bunlarla sınırlı değil. Benim en çok dikkatimi çeken şey de bu oldu. Bu anlatım tarzı, okurken beni yavaşlattı ama yavaşlatması sayesinde de anlatılan olayları ve alt metinleri iyice özümsememi, okumaya devam etmek için daha da heyecanlanmamı sağladı. Romanda metin içine geçmiş metinler ve gizli kitap motifleri de bulunmakta. Öyle ki, bu metinleri Kara mı, yazar mı, yoksa meddah mı tamamlıyor, belli değil.

Orhan Pamuk, nakkaşlık üzerinden sanatın geneline ve edebiyata göndermeler yapıyor. Aslında kendini eleştiren, kendini tartışan bir roman var elimizde. Kendi yazılış nedenini, üslubunu ve kurallarını anlatıyor. Bunun yanında yazar, kendi sınırlarını aşmış resmen bu roman ile. Soyut kavramları öyle tasvir etmiş ki, okurken onları izliyorsunuz adeta. Bu kitap, en çok kendisini anlatıyor aslında. Kendisini tartışıyor ve tartışırken de kendisiyle dalga geçiyor. Para için sanat yapılmasının aşağılanması ve nakkaşın en çok kazanan olduğu için kendisinin en iyisi olduğunu düşünmesi, akla hemen yazarın bu roman için aldığı rekor telif ücretini ve romanın ticari sunuluşunu getiriyor.

Roman, yazarın kendisini, annesinin ağzından “Şevket’i kötü, beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa, sakın inanmayın ona, hikâyesi güzel olsun diye kıvırmayacağı yalan yoktur.” diye tarif etmesiyle yazmanın ve yazma keyfinin kişiselliğini anlatıyor. Tabii, herkes yazarın aldığı keyfin aynısını hissedemez ama belli ki, bu kitap ile yazar, okuyucunun keyif almasını çok rahatlıkla sağlayabilmiş. Pamuk, kurgusuyla, anlatımıyla ve sürükleyiciliği ile yine güzel bir iş çıkarmış. Her ayrıntısı incelikli olarak düşünülmüş ve bu ayrıntıları zarif bir şekilde örerek okuyucuya sunulmuş. Mutlaka herkes tarafından okunması ve başkalarına okutulması gereken bir kitap.

 

 

Melis Gizem Akkaya
Melis Gizem Akkaya
Articles: 19

Leave a Reply