Yüksek Şatodaki Adam – Semih ERTÜRK

Bu eserin dizisi de vardı belki izleyenler vardır. Dizi ile roman arasında baya bir farklılıklar var. Mesela İtalya’dan veya Akdeniz’in doldurulup tarım alanına çevrilmesinden vs. bahsedilmiyor. Konu Philip K. Dick olduğunda mutlu bir hikâye beklemiyor insan tabii. Karanlık bir bilimkurgu teması da Yüksek Şatodaki Adam‘ı esir almış bulunmakta… Öykü bilimkurgu temasını paralel evrenler arasındaki geçişten ve I Ching gibi kesinliği olmayan ancak geleceğe dair uyarılarda bulunan bir kehanet sisteminden alıyor.  Tersine çevrilmiş bir gerçeklik ve karşısındaki bizler sadece sisteme tabiyiz. Değişen hiçbir şey yok aslında yazara göre. P. K. Dick şu soruyu soruyor: 2. Dünya Savaşı’nı Japonlar ve Almanlar kazansaydı ne olurdu? Cevap hiçbir şey. Bu açıdan çok şaşırtıcı ve ufuk açıcı bir kitap. Ama eser tamamıyla “What If” yani “Ya böyle olsaydı” sorusunun cevabı değil. Romanın mesajı açık ve net: Dünya savaşlarını kimin kazandığı mühim değil, ABD ve Kapitalizm ekolü öyle bir global etkiye sahipti ki, dünyanın gidişatını temelden sarstı ve bu saatten sonra gerçekleşecek hiçbir şey, bahsi geçen etkiden bağımsız gelişemez. Philip’in paranoyası çift kutuplu yani, hem Nazilerden hem de Kapitalizmden kaynaklı bir paranoya söz konusu. Sermaye ve ABD stili o kadar nüfuz etmiş ki dünyaya, söküp atmak imkânsız hale gelmiş kısaca. Romanda Almanlardan ziyade Japonlar üzerinde durulurken; dizisinde ise Almanlar üzerinde duruluyor. Yazar, Nazilerin yaptığı soykırımdan o kadar tiksinmiş ki çok bahsetmek istememiş, psikolojisi bozulmuş. Hem diziyi izleyip hem kitabı okuduğunuzda aradaki farkları daha rahat görebilirsiniz. Biz yine konumuza dönelim.

Öncelikle kitapta yazar alternatif bir tarih kurgusu yaparken birkaç kişinin gözünden yansıtmak istemiş durumları bu yüzden tek bir ana karakter mevcut değil birden çok karakterimiz var ki zaten burada bir sorunumuz yok. Sorunumuz bu karakterlerin hayatları arasında düzgünce bir geçiş mevcut değil, aniden ve düzensiz geçişleri de okuyucunun zihnini rahatlıkla bulandırabiliyor. Bir karakterin yaşantısını okuyorken birden bakıyoruz ki diğer karaktere geçiş yapmışız. Ve bu zihnin adaptasyonunu güçleştiriyor.

Philip K. Dick‘in Yüksek Şatodaki Adam (The Man In the High Castle) adlı romanı, yazıldığı günden beri tartışmalara konu olmaktan geri kalmamıştır. Kitabı okumayanlar için spoiler vermeden özet geçmek gerekirse, Nazilerin İkinci Dünya Savaşı’nı kazandığı ve dünyanın Japonlar ile Naziler arasında bölündüğü bir dönemde geçen, amansız bir direniş öyküsüdür bu eser. Savaş biteli on yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen Japonlar da Naziler de hala tetiktedir. Hatta birçok yönden savaş kanunlarının hala geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Şimdi Nazilerin ve Japonların savaşı kazanıp dünyayı ikiye ayırdığı alternatif bir tarihe bakalım. 1960’lı yıllar. İki taraf da sözde dünyayı bölüşse de birbirlerinden nefret ediyorlar. Sürekli bir casusluk içindeler. Hitler, İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmasına rağmen yaşlılığa karşı verdiği savaşı kaybetmek üzere. Koltuğunu kapmak için savaşan çok kişi var. O ise yaşamının sonuna gelmişken kapandığı kalesinde askerlerinin paranoyakça bulduğu bir işe kalkışmış durumda: haber makaralarını toplamak. Ancak bu makaralar alelade haberleri değil, kimin çektiği belli olmayan, alternatif bir tarihin haberlerini içeriyor. Onların içinde en mühimi, Hitler’in çoktan kaybedip intihar ettiği bir tarih…

Makaraların peşinde olan sadece Hitler değil, Direnişçiler de var. Japonların ya da Nazilerin değil, insanlığın tarafını tutan direnişçiler. Onların başındaysa elbette Yüksek Şatodaki Adam var. Yüksek Şatodaki Adam için bağımsız bir karakter desek yerinde olur. Kendisi makaraları ele geçirmek için direnişçileri kullanıyor. Makaraları izlemeden kendisine getirin ki o da sizlere Naziler veya Japonlar hakkında önemli taktiksel bilgiler versin. Örneğin önemli bir Nazi liderinin iki gün sonra hangi sokaktan, kaç kişilik bir ekiple geçeceği gibi.

Bu romanın iki eleştirisi yapılabilir. İlki yarattığı etki bazında, ikincisi ise romanın içeriği hakkında. İlki kesinlikle olumlu yönde olacaktır zira Yüksek Şatodaki Adam romanı sayesinde, Alternatif Tarih de bir bilim kurgu alt türü olarak genel geçer kabul gördü ve dahası, kurgu edebiyatında muazzam ufuklara uzanan kapının kilidi açıldı. Hayal gücü yine üstün geldi.

İkinci eleştiri ise olumsuz olacak. Zira Philip K. Dick tasvirleri zayıf, aksiyon sahnelerini de tam yansıtamayan bir yazar. Hal böyle olunca, kurgulanan muazzam dünya oldukça yavan, hatta vasat altı yansıtılabilmiş. Böyle bir dünyaya aksiyon şart demiyorum lakin devam romanına girişip bırakmasını şahsen bu gerekçeye bağlıyorum zira kaçınılmaz olarak iş o noktaya varacaktı. Öte yandan Nazilerin ve Japonların galip geldiği ikinci dünya savaşının şekillendirdiği dünyada, 1960’lar Amerika’sı da oldukça ilgi çekici tabii. Lakin ne Amerika, ne de dünya hakkında elle tutulur çok fazla bilgi veremiyor Philip. Paranoyası, sanırsam o dönem kazık yediği kız arkadaşı yüzünden neredeyse şıllık diye nitelendireceği kadın karakteri, yine o dönemler merak saldığı Japon/Uzakdoğu kültürü(onur vs.) ve çubuk atma falı gibi etkenler o kadar çok yer işgal ediyor ki, çevreye hiç değinmiyor. Yani antikadan, çubuk falından biraz daha kısıp dünyayı tasvir edebilirdi değil mi? Metnin İngilizcesi de yine bu konuda fevkalade yetersiz. Üstüne üstlük, Amerika’nın Nazi işgali altındaki kısmı romanda yer edinemiyor. Bu büyük eksikliği uzun uzadıya yazmama gerek yok. Roman çok yavan ve basit kalmış.

Finali güzeldi ama o bile kurtaramıyor işte. Yine de kurgu edebiyatını sevenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Tüm bunlara rağmen son derece sürükleyici ve bir solukta okunabilecek bir roman.

Semih Ertürk
Semih Ertürk
Articles: 34

Leave a Reply