Proust Ve Kayıp Zamanın İzinde Gidenler

PROUST VE KAYIP ZAMANIN İZİNDE GİDENLER…

Proust’u tanıtmaya lüzum yok, ama belki de Proust’tan bahsetmek, her zaman biraz da Proust’u tekrar tanıtmak demek. Bu, bir noktada kaçınılmaz bir şey de çünkü Proust, bir okuma isteği uyandırdığı kadar, bir yazma isteği de uyandırıyor. Proust’un Edebiyat ve Sanat Yazıları, yaratıcılığın ve yaratıcılığın oluşturduğu hakikat alanının geçmişe dönük bir ertelenmiş eylem biçiminde nasıl da işleyebileceğinin kanıtıdır biraz da. Çünkü, Proust’un Chardin için dediği üzere, “yaratıcı eylemler yasaların bilinmesinden değil, anlaşılmaz, bilinmeyen, açıklayarak güçlendirmediğimiz bir kuvvetten kaynaklanır.”

Çağımızın en büyük yazarlarından biri olan Marcel Proust kadar uzun süre ters anlaşılan, sert saldırılara uğrayan yazar pek azdır. Yıllarca yazarın yaşamı ile yapıtı birbirine karıştırılmış veya Proust’un her şeyden önce bir yazar, bir romancı olduğu unutularak yapıtının yalnızp9 felsefi ve psikolojik yönleri ele alınmıştır… Bu ters anlama, bu yanlış değerlendirme, 1950 yıllarına kadar sürmüştür. Eğer bir yazarın değeri, hakkında yazılanların sayısı ile ölçülürse, 1950 yıllarından önce bile Proust konusunda yazılanların sayısı oldukça fazladır.

Bellek, bir anlamda “zamanın mekanı” sayılabilir mi? Hatırladığımız olaylar, anılar, bilincimize gelmeden önce nerededir, oluş sıralarına göre birbiri ardına dizilmiş, ihtiyaç duyduğumuzda onları şimdiye taşımamızı mı beklemektedir yoksa istemsiz bir şekilde, zihni bir çaba olmadan herhangi bir metaforla aniden mi ortaya çıkmaktadır? Marcel Proust, kişinin şimdiki algısına göre şekillendirdiği geçmişin imgelerinin gerçekliği ile bir rüyanın anımsanması arasında büyük bir farkın olmadığını, istemli belleğin gerçeği vermekten çok uzak olduğunu “anılarımızı yeniden ele geçirme gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır” diyerek sık sık vurgulamıştır. Proust’un bilinç ile gerçeklik arasındaki kopukluğu estetik bir şekilde işlemesinin etik bir boyutu da vardır. Proust için anılar, cümleler gibi değiştirmeyi asla bırakmadığımız şeylerdir. 1950 yıllarını Proust eleştiri tarihinin en verimli yılları olarak göstermek doğru değildir. Yapıta dönük çalışmalar bu yıllarda da başlasa, Proust konusunda değerli araştırmanlar 1960’dan sonra ortaya çıkar. Proust, 1908 yılından sonra tamamen inzivaya çekilerek hiç ara vermeksizin yedi bölüme ayırdığı başyapıtı “Kayıp Za­manın İzinde” romanı üzerinde çalışmaya başladı.

Marcel Proust’un şaheser romanı Kayıp Zamanın İzinde’sini okuyanlar onun yalnızca kendi yaşamını anlatmadığını, aynı zamanda kültür ve sanata da ne kadar düşkün olduğunu fark etmiştir. Ancak Proust, bu ilgisini sarih bir şekilde aktarmaz. Düşkünlüğün okur tarafından keşfedilmesini ister. Hiçbir zaman açıktan söylemez ama ona göre şeytan ayrıntıda ve yorumda gizlidir. Her şeyden önce Proust’un Fransız aristokrasisini en ince ayrıntılarına kadar gözlemlemiş olması ve şatafatlı salonlardaki insan ilişkilerinin tadını bize karmaşık bir koordinatlar dizisi biçiminde sunması onu bir yazarın yanı sıra bir eleştirmen haline de getirir. Proust Paris’in güney yakasında, Auteuil’de, Frankfurt Anlaşması Fransa-Prusya Krallığı(Almanya) Savaşları’nı resmen sonlandırdıktan iki yıl sonra büyük amcasının evinde doğdu. Doğumu Paris yönetiminin baskılanması sonucu çıkan şiddet ortamında gerçekleşti ve çocukluğu Üçüncü Cumhuriyetçiler’in göreve geldiği sırada geçti. Kayıp Zamanın İzinde özellikle aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alır. Ayrıca bir eşcinsel olan Proust, eşcinsellik temasını eserlerinde açıkça ve uzun uzadıya işleyen ilk Avrupalı romancıydı.

Kitap boyunca Proust’un en ilginç yazısının “Flaubert’in ‘Üslubuna’ Dair” olduğunu söylesek yanlış olmaz. Flaubert, roman karakterleriyle, öykünün akışıyla ve betimlemeleriyle ele alınabilecekken (ve sanırım herkes için de normal olan budur), Proust bu tür bir eleştirinin yanında en büyük payı gramatik eleştiriye veriyor: Flaubert’i Fransızcayı kullanım biçimi üzerinden inceleyerek Kayıp Zamanın İzinde’deki detaycılığını buraya da aktarmış oluyor.

“Kayıp Zamanın İzinde” eserinin çözüm bölümü olan “Yakalanan Zaman”, aslında bü­tün yapıtın ilk yıllarında belirlenmişti. Proust, bu eserinde zamanın insanlar üzerindeki etkisi­ni irdeler. Ona göre bir yazar, hakikati kavramak istiyorsa insanları, zaman içinde yani günlerin ve anların akışı içinde betimlemelidir.

Şehir, zaman ve bellek gibi kavramlar üzerinden bakıldığında ünlü Fransız yazar Marcel Proust, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Batı’daki izdüşümü gibidir biraz da. A. H. Tanpınar birçok yazısında M. Proust’ta olan hayranlığını ve beğenisini dile getirmiştir. Bu beğeni teknik açıdan da eserlerine yansımıştır. Marcel Proust, “modern” bir edebiyatın yazarı iken Ahmet Hamdi Tanpınar “modernleşme sancıları” çeken bir edebiyatın yazarı olarak tanındı. Tanpınar da Proust da Fransız Filozof Henri Bergson’dan etkilenmiştir. Bergson’u Tanpınar’a Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı tanıtmıştır. Proust ise Bergson’la sadece eserleriyle değil, kuzeninin eşi olarak da tanışmıştır. Bilindiği üzere Tanpınar, Yahya Kemal’in talebesidir ve sanatının, özellikle şiirinin gelişmesinde Yahya Kemal’in tesiri büyüktür. Fakat Yahya Kemal’le ayrıştığı yönler de mevcuttur. Hiçbir zaman Yahya Kemal gibi bir kitlenin şairi olamayacak, geçmişten, geçmişin o şanlı tarihinden bahsetmeyecektir. Tanpınar bireyin safındadır, kitleyle iletişimi ustası kadar güçlü değildir.

Proust neredeyse bütün ömrünü başyapıtı olarak kabul edilen Kayıp Zamanın İzinde adlı yedi cilt ve üç bin küsur sayfadan oluşan dev romanına adamıştır. Proust, bu romanı annesinin 1905 yılındaki ölümünden sonra yazmaya başlamış ve tam 17 yılda tamamlayabilmiştir. Tanpınar’ın ise birbirinden farklı şiirleri, hikâyeleri, romanları, deneme ve makaleleri vardır. Proust, romanındaki karakterleri inşa ederken kendisinden ve yakın çevresindeki insanlardan yararlanır. Tanpınar ise daha çok hayal gücünü kullanarak karakterlerini inşa eder.

Hem Proust hem de Tanpınar’ın roman kahramanları resim sanatıyla ilgilidir. Marcel Proust Dostları Cemiyeti’ne üye olan Tanpınar “Benim şartlarım beni edebiyata götürdü.” der. Proust’un, başta sağlık durumu olmak üzere, şartları edebiyatı ayağına getirmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar hayatı boyunca ekonomik sıkıntı çekmiş; öğretmenlik ve akademisyenlik yapmış; kendisi evlenmemiş olsa da, akrabalarının ekonomik ihtiyaçlarını karşılamıştır. Proust ise hayatında bir gün bile ekonomik sıkıntı nedir bilmemiştir. İçsel zamanı kendi içinde yeniden kurgulayan iki farklı sanatkârda zaman, farklı şeyleri anlatır. M. Proust geçmişe, bireysel geçmişe dönerken; Ahmet Hamdi Tanpınar kişisel geçmişle birlikte toplumsal geçmişe de döner. İçsel zaman, dış dünya gerçekliğinin, bilinç dışı akışıdır.

Proust’un kullandığı Fransızca, Tanpınar’ın öğrendiği ve etkilendiği dillerden biridir. Proust’un romanı Türkçeye, kısmen de olsa, 1942 yılında tercüme edilmiştir. Tanpınar’ın Huzur’u ise 2014 yılında Fransızca olarak yayınlanmıştır. Tanpınar musikiden edebiyata hem doğulu hem de batılıdır. Proust sadece batılıdır. Proust’un Paris’i vardır, Tanpınar’ın Beş Şehir’i… Maddî manevî değerler sistemi kargaşası, en klasik tabiri ile Doğu Batı çatışması, batılılaşma yolunda kaybedilen ve korunmaya çalışılan birçok değer ve varlık sistemi A. H. Tanpınar’ın eserlerinde geniş olarak yer tutar. Bu fikirlerini ve mevzularını da estetik zevkten ayrı düşürmeden verir. Tüm bunları rüya, musikî, heykel, resim gibi sanat dallarıyla besler. Musiki yolunda ilk olarak garp musikisini Baudelaire ile tanımış sonra şark musikisinin lezzetini almıştır. 1932 yılından sonra dünya algısındaki değişme ile şark musikisini oldukça önemser ve benimser bu manada Huzur’un musikî, bakımından da çekirdeğini oluşturur. Yirmi dört saatlik bir zaman içinde başlayan Huzur’da geçmişe dönüş ilk bölümde Mümtaz’ın zihin çevresinde geliştirdiği benzetme ve çağrışımlarla başlar. M. Proust’ u incelerken zihin kendine yakın, tanıdık, bilindik durumlarla karşılaştığında uyanışını hızlı gerçekleştirir. Mümtaz’ın içinde bulunduğu bilinç hali; şimdiki zamana ait yaşam, geçmişin peşini hiç bırakmadığı derin izleri ve geleceğin meçhullüğü içinde gelişir. Bu kısım anlatıcının kahramanın içinde bulunduğu durumu ve aynı zamanda bu durumu da örneklendirdiği, açıkladığı kısımdır. Gelgitler yaşayan, geçmişe dönerek mutlu anların huzurunu yeniden bulmaya çalışan Mümtaz, anlatıcının ifade ettiği gibi cennetini ve cehennemini beraberinde gezdirir.

H. Tanpınar zamanı parçalanmaz bir bütünlük içinde algılamış ve geçmiş-şimdi-gelecek onun için yekpare bir anda var olmuştur. Ancak bu algılayış Tanpınar’da sadece kendi bireysel zamanını kapsamaz. O medeniyetin de zamanını tutar. Zamanın boyutları aslında Tanpınar’da iki boyutludur: Bunlardan birisi bireysel zaman, bir diğeri de toplumsal zamandır. Bireyden yola çıkarak aslında toplumsal zamanı vermeye çalışır. M. Proust’la zamanın içeriği noktasında bağlar bu noktada kopmaktadır. M. Proust, yalnızca kendi zamanının peşindeyken A. H. Tanpınar kendi zamanının içinde toplumsal zamanı da vermiştir. Huzur bu çerçevede Mümtaz’ın zihninde bir medeniyetin de zamanını yakalamıştır. Bütün bunların yanında kurmaca dünyada zamanın şekillenmesinde her iki yazarın da ortak alanları vardır.

Proust’un romanı “Uzun zaman erken yattım.” diyerek başlar ve tam uykuya geçiş anındaki o yarı dalgın hal onun için ilham kaynağı olur. Tanpınar’ın yazdıkları ise “uykusuz” gecelerin mahsulüdür ve uyanıkken görülen birer rüyaya benzerler. Proust, hafızasının çok zayıf olduğunu iddia eder ve öksürük sayısına kadar hemen her şeyi kayıt altında tutar. Tanpınar için her hatırlayış bir yeniden inşadır ve hatırlarken “çağrışımların” peşinde başka konulara yönelir. Proust’un hatıralarına dönüşünde “ilham kaynağı” madlen denilen bir tür Fransız pastasıdır. Tanpınar ise Musul’daki bir çocukluk hatırasından, Antalya’da deniz kıyısında tek başına yaptığı yürüyüşlerden, Bursa’da Osmanlı Devleti’nin ikinci padişahı Orhan Gazi zamanından kalma bir duvar ve çınar ağacından ilham alır.

Proust’un romanında resim sanatının izlerini her yerde görmek mümkündür. Yazarın anlatısında resim boyutu önemli bir yer tutmaktadır. Proust, zengin bir estetik betimleme yapabilen gözlemci görevini üstlenmiş gibi gözükmektedir. Tanpınar, Türk edebiyatına yeni bakışlar ve yeni boyutlar kazandıran bir romancı, bir şair ve bir deneme yazarıdır. Yazar, Türk edebiyatı için tamamen yeni sayılabilecek modern bir senteze ulaşmıştır. Fransız edebiyatında Proust’un büyük bir başarıyla uyguladığı “fenomenolojik (görüngübilimsel) metodunu Türk edebiyatına getiren bir üslupçudur.  Proust gibi Tanpınar’ın da bazı kahramanları ressamdır ve birçok kahramanı da resme karşı ilgi duymaktadır. Elstir misali Tanpınar’ın Aydaki Kadın romanının kahramanlarından Suat da Selim de ressamdır. Elstir’in tarzı empresyonizme daha yakınken, önceleri empresyonist tarzda resim yapan Suat’ın daha sonraki resimleri nonfıgüratif tarzdadır. Bununla birlikte hem Proust’un kurgusal ressamı hem de Tanpınar’ın kurgusal ressamı başarılı empresyonist tablolar yapmışlardır.  Huzur romanının kahramanlarından birisi olan Cemil de ressamdır. Roman kahramanı Mümtaz’ın çevresindeki kişilerden birisidir. Tanpınar’ın Aydaki Kadın romanının baş kadın kahramanı Leyla’nın portrelerinin sunusu da Albertine’ in portrelerini çağrıştırmaktadır. Albertine gibi Leyla da sürekli çehre değiştirmektedir.

Tanpınar’ın şüphesiz ki başyapıtı olarak değerlendirilen eseri Huzur’dur. Romanın kahramanı Mümtaz, pek çok açıdan Tanpınar’ın kendisine benzer. Tanpınar gibi Mümtaz da bir kaybın estetidir, kaybolmuşun, terk edilmişin izindedir. Hayranı olduğu Proust’a da bir saygı duruşudur sanki bu arayışı. İstanbul’u değerlendirmesi de yine bu açıdan bakıldığında daha anlamlı hale gelecektir. Tanpınar bu eserinde de kronotop olarak savaşı seçmiştir. Zaman ve mekanın kendisi savaşı çağrıştırmakta, savaşın uzayan, bireyin peşini bırakmayan kollarını imlemektedir. Bir diğer önemli eseri olan Sahnenin Dışındakiler’in kahramanı Cemal gibi Mümtaz’da da aslında en temel korku savaşa dahil olmak, savaşa girmek ve belki de en başında bir savaşın başlamasıdır. Dikkatli okuyucu romanın İkinci Dünya Savaşı’nın başladığını bildiren radyo anonsuyla bittiğini hatırlayacaktır. Ayrıca Sahnenin Dışındakiler’deki ağacı evliya sanan kadınla Yüzyıllık Yalnızlık karakterlerinin arasındaki neredeyse kardeşliğe varan ilişkiyi gözden kaçırmamak gerek. Tanpınar, eserlerinde de görüleceği üzere çok geniş bir edebiyat ve sanat bilgisine sahiptir. Eserlerinde sıklıkla Nietzsche, Bergson ve Schopenhauer tesirini görmek ve Baudelaire, Valery gibi isimleri okumak mümkündür. Tanpınar’ın edebiyatımızdaki büyüsü, eskiyle yeni arasında hem yaratıcı hem yok edici gerilimi, bir rüya diliyle anlatabilmiş olmasında yatar. “Doğu ve batı bizi aynı anda iki millet haline getirmişti.” Tanpınar, bu fikri hep taşıdı içinde. Bir birey olarak kendisinin de, içinde yaşadığı toplumun da zamana yayılan iç daralmasında bu olguyu görüyordu…

Semih Ertürk
Semih Ertürk
Articles: 34

Leave a Reply